insanı fazladan mutlu eden bir kitap

2016 gitti gider... Bu sene okuduğum kitaplar arasında en iyisi 'Puşkin Tepeleri'ydi. Muazzam yazar Sergey Dovlatov'la bu vesileyle tanışmış oldum. Bu kitap üzerine Radikal Kitap'a bir yazı yazmıştım; buraya da alayım. Bloga kişisel bir not düşecek kadar benimsedim çünkü.   

***

Bir üslup meselesi... Hem ironik metinler yazacak hem de ironinin altını çizmeyeceksiniz. Hem kısa, kesin cümlelerle koca bir dünyayı anlatacak, ideolojik meselelere dokuna dokuna ilerleyecek, göze batmadan muhalif bir çizgi tutturacak hem de bunlar çok kolay yapılıyormuş gibi sakin bir tavır benimseyeceksiniz. Zor, çok zor... Ama yapan var. Mesela 1990’da New York’ta hayatını kaybeden Rus yazar Sergey Dovlatov... Jaguar Kitap’ın çıkardığı ‘Puşkin Tepeleri’nde elleri cebinde, ıslık çala çala dolaşan bir çocuk ferahlığı var...

Birçokları için bilmece bir yazar Dovlatov. Futbol takımlarımız, Arnavutluk, Beyaz Rusya gibi ülkelerin temsilcileriyle eşleşince atılan başlıklar gibi: Bir kapalı kutu... Açtığınızda bir hazineye rastlayacağınız bir kutu ama. Rus gazeteci Solomon Volkov’un ifadesiyle, ‘özgün, müstakil ve temiz’ bir sese sahip bir yazar... “Çehov’un soyundan geliyor. Yazdıkları ne duygu yüklü ne de açıktan açığa siyasi.” Anlamak için kendi cümleleriyle gidelim: “(...) Leningrad’da yapıtlarına karşı soğuk davrandılar. Burada klişeler daha çok tutuluyordu. Tam anlamıyla yeteneksiz olmak para etmiyordu. Yetenek kuşku uyandırıyordu. Deha korku yaratıyordu.”

‘Puşkin Tepeleri’ ender rastlanan özgünlükte bir öykü. Tadını kaçırmadan özetleyeyim. Bir gün bir yazar, büyük şehirde sürekli kaybetmekten, dikiş tutturamamaktan sıkılır ve taşraya gelir. Bir edebiyat efsanesinin, Aleksandr Puşkin’in doğup büyüdüğü topraklarda rehberlik yapmak, o büyük ismi yurdun dört yanından oralara akan edebiyat meraklılarına anlatmak için... Sonra olaylar gelişir...

Olayları kendine özgü, yavaş yavaş acele eden bir ritmle geliştiriyor Dovlatov. ‘Puşkin Tepeleri’, (Türkçe’de yayımlanmamış) diğer birçok eseri gibi otobiyografik öğeler taşıyor. Evet, kendisi de rehberlik yaptı. Tam da orada, ‘Puşkin Tepesi Milli Parkı’nda hem de... Gazetecilikle geçindiğini, bir dönem gemilerde çalıştığını da biliyoruz... Esas mesele şu: Her döneminde ‘sakıncalı’, kitapları toplatılan bir yazar Dovlatov. KGB’nin nefesini hep ensesinde hissetti. Nihayet tıpkı ‘Puşkin Tepeleri’nde öncesini yazdığı gibi ailesiyle ABD’ye göç etti. 48 yaşında hayata veda ettiğinde, ülkesinden çok uzaktaydı. Kaçarcasına terk ettiği Sovyetler Birliği henüz dağılmamıştı.

Ondan geriye kalanlar, tatlı bir ironiyle ama çivi çakar gibi yazdığı kısa ve hedefi vuran cümleleri. ‘Puşkin Tepeleri’, iyi bir örnek. “(...) İyiliğinde de kötülüğünde de tutarsız biriydi. Amirlerinin yüzüne karşı küfrederdi. Ama Friedrich Engels’in resminin yanından geçerken şapkasını çıkarırdı. Rodezya diktatörü Ian Smith’e sonu gelmez lanetler okurdu. Ama meyhanede parasının üstünü her zaman eksik veren kadını sever ve sayardı: ‘Başka türlü olmuyor, düzen düzendir!’ En korkunç ilenmesi şöyleydi: Kapitalistler için çalışın!”

Bazı kitaplar insana fazladan bir mutluluk veriyor. Sözünü ettiğim iyi edebiyattan gelen mutluluk değil sadece; bu duygu, bilmediğimiz, tanımadığımız ama okuduktan sonra hakkında “Tam da bana göreymiş” dediğimiz bir yazarla tanışmaktan doğan hazzı da içeriyor. ‘Puşkin Tepeleri’ benim için böyle bir kitaptı. Onu yeni tanıyacak diğer okurların da benzer hislere kapılacağına eminim. Onlar da benim gibi yapacak, Dovlatov’un 2004’te Cem Yayınları’ndan çıkan ‘Bavul’unun peşine düşeceklerdir... Türkçe’de başka kitabı yok. Jaguar Kitap, Dovlatov yayımlamaya devam ederse bizlere büyük iyilik eder.


istihbarat zaafı

Olayın üstünden beş dakika geçmiş, adam ezbere terör örgütlerini sıralıyor televizyonda, sosyal medyada. “Kesin şu yapmıştır, motivasyonu budur, hedefi şöyledir” diyor. 

Sanırsın hayatı terörizm araştırmalarıyla geçmiş. O kadar kendinden emin.

Üstelik her defasında yanılmış, ters köşeye yatmış, bugüne dek dedikleri hiçbir gerçekle uyuşmamış, en fazla teğet geçmiş. 

Bir kişi değil. İki, üç kişi de değil. Genel. Kahve ağzıyla meslek icra edenler bunlar. Yazdığı yazıda, söylediği sözde somut bir bilgi kırıntısı bile olmayanlar. 

Kendilerini ‘gazeteci’ diye tanıtıyorlar. Tanıtmalarına gerek yok, böyle tanınıyorlar zaten. 

Türkiye’de istihbarat zaafı var deniyor. Bizim gazetecilerde de istihbarata zaaf var ama istihbarat yok… Biliyor gibi görünmek kaygısı var. 

İşi gücü başka olan insanlarla, mühendisle, fırıncıyla, kahveciyle kendilerini eşitlediler. O kadar istihbarat, o kadar işkembe herkeste var sonuçta. 

Ama biliyor gibi görünmek zaafı bizim mesleğe mahsus. İşimiz bilgi vermek olmasaydı, iyiydi. 

başım böyle dönmese böyle dönmez yerküre

Dışarıdan bakınca bir rüya… Ünlü Mavi Bilye fotoğrafı 1972’de çekilmiş. Apollo 17 uçuşu sırasında… Dünya tam bir küre şeklinde bir daha hiç görülememiş. İnsanlık tarihinde o ekipteki üç kişiden, Eugene Cernan, Harrison Schmitt ve Ron Evans’dan başka dünyayı bu meşhur açıdan gerçekten gören kimse yok. 

Alıp alabileceğimiz en iyi vesikalık bu yani.

Siyasete Giriş kitabımızda mı geçiyordu üniversitede, tam hatırlayamıyorum: Küreselleşmenin, bir astronotun dünyayı uzaydan ilk defa bir bütün olarak görmesiyle başladığını yazıyordu. 

Günlerdir Halep'te, Bugün Ankara’da, Berlin’de, Zürich’te ve daha nice yerde yaşananlar… Dökülen kan… Her şey birbirine bağlı mı yani? Küreselleşme yüzünden mi?

Uzay boşluğunda dönüp duran bir mavi bilyenin üstündeyiz hepi topu. Küreselleşme de kendimizi ciddiye almak için uydurduğumuz laflardan biri. İyi misin, kötü müsün? Mesele bu. Çetin Altan şöyle demişti enseyi karartmamamız için: “Yüz yıl sonrayı düşünün, bin yıl sonrayı, yüz bin yıl sonrayı, bir milyon yıl sonrayı, bir milyar yıl sonrayı… Bir milyar yıl sonra Arz küresi, kırk beş milyar yıl daha yaşayacak, biliyor musunuz?

Peki şunu Enis Batur mu demişti: Başım böyle dönmese, böyle dönmez yerküre. 

Enseyi karartmayalım ama böyle de dönmesin ama. İnsanlar ölüyor. İnsanlık da ölüyor sanki artık. 

kuşlar vardır

kuşlar vardır, cana benzer havalarda
soğuksa kar, baharsa yaprak
bir başına büyür toprakta ömrümüz
güneşle yeşil elleriyle çıplak

- uslu ayaklarla başlamış yolculuk -
yürünmez öyle, bazen durulur
ve iner erenler katına yorgunluk
kapanır sükun üzre kitaplar

nefeslerle sürüp giden yaşamamız
bir su kenarına gelir durur
ekmekten, şaraptan öte nimetler vardır
yürünmez öyle hep, bazen susulur

can yücel

kuyuya düşmüş gibiyiz

Sabahlara kadar televizyon seyretmek istiyorum. Futbol, belgesel, film, ne olursa… 

Bugün eminönü kadıköy motorunda yüzü gülen bir kişi bile yoktu; arkadaşının kulağına eğilip şaka yapan, sevgilisinin saçını dalgın dalgın karıştıran, okuduğu kitaptan memnun olup sonraki sayfaya telaşla, heyecanla geçen bir kişi bile… Görmedim. Donuk yüzler, herkes önüne bakıyor, gülmüyor. Memleket koca bir yas evi. 

Ama polisiyle siviline aynı anda yas tutmayı beceremeyen bir yas evi… Öfke de haklılık da barışı getirmiyor. Gencecik yaşında, hayata doyamadan daha, ana babasını sevdiğini yavrusunu arkada bırakıp gidenleri de getirmiyor. Daha çok kavgayı, daha fazla intikamı getiriyor. 

Dün gece oyalanmak isterken ‘Mükemmel Bir Gün’ü seyrettik. Bosna, 1995… Bir sivil toplum örgütü, içme suyunu temizleyebilmek için, kuyuya atılmış cesedi çıkarmak ister de ip bulamaz… Çünkü savaş vardır, çünkü insanlar ipe birbirini asmak için ihtiyaç duyar, çünkü ip arayan biri ancak düşman olabilir, çünkü her şey anlamsızdır artık… 

Fırsat bulursanız izleyin, İspanyol yönetmen Fernando Leon de Aranoa çekmiş. ‘Güneşli Pazartesiler’in yönetmeni hani. Biz de sonradan fark ettik; bilmiyorduk. Başrolde Benicio del Toro ve Tim Robbins’i görünce, Hollywood sanmıştık. Değilmiş. Zarif, dertli ve nasıl oluyorsa muzip bir film. Oyuncular da çok iyi. 

Filmi izlerken karımla, “Ya biz de onlara benzersek” diye düşündük. Bosna’ya dönersek… Koca memleket hep beraber, o kuyuya düşmüş gibiyiz. 

Birkaç sene evvel olsa kenarından bile geçmezdik bu fikrin. Abartıyor muyuz, bilmiyorum. Ama bu korkunun kendisi korkutuyor beni. İnsanların kıyıcılığı da korkutuyor. Ya biz de onlara benzersek?


Sabahlara kadar televizyon seyretmek istiyorum; memleket yine de bir yerden yakalıyor. 

kötülük

Elimizin hiçbir şeye gitmediği zamanlar var. Bir kuyuya düşmüşüz, yere vuramıyoruz. Memlekette sevgi, iştah, fer tükeniyor. 

“Patlama sesini duydun mu” cümlesini gördükten, duyduktan sonra hiçbir şey rayına oturmuyor.

Bir şey daha var…

İnsanın kötülüğü… Stada bombayla gelip insanları katleden canilerin kötülüğü yetmezmiş gibi, gelip bir de zavallı dimağlarını orta yere kusanların kötülüğü… 

Sosyal medya iyi bir şey değil. Gerçekten değil. Bir canavar… İnsanı canavarlaştıran, nefretle beslenen, kötü zamanları daha da kötü kılan bir canavar.  

İnsanın kendisi de pek matah bir şey değil zaten. En kötüsü de kendini ‘iyi’ sananlar. Canavarın sırtındalar halbuki. 

İşim gereği sosyal medyayı da bir şekilde takip etmem gerekli. Ama usandım. İnsanın o sonsuz kötülüğüne bu kadar dolaysız şahit olmaktan usandım. Ona olabildiğince az maruz kalmaya, onu az kullanmaya çalışacağım artık. Anlatmak, yazmak, içimi boşaltmak için buralar daha ferah görünüyor. Şimdilik.


Herkes kendi aklını, ruhunu korumak zorunda. Kararmayalım.  

dalgın bir cambaz


Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. 


Ece Ayhan, Bakışsız Bir Kedi Kara… 
Kameraya bakansa Bay Truffaut 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...