yeniden çevrilemeyecek bir film


Dün kült film Breakfast Club'ı izledim. John Hughes filmi. 1985’ten. Stranger Things dizisi ile yeniden arz-ı endam eden, uzun koridorlu, metal dolaplı seksenler Amerikası lise estetiğinin kurulduğu filmlerden biri. (Bu filmde fazladan epey güzel bir kütüphane de var.)

Sahi, o metal dolaplardan bizde hiç olmadı. Belki İstanbul’daki kolejlerde vardı ama biz taşradakiler, dolaplarımıza bir şey saklayamadık! Metal dolabı ancak askerde gördüm ben. Pek de matah bir şey değilmiş.  

Neyse. Film, hepsi bir şekilde Cumartesi günü okulda kalma cezası almış (‘detention’ın bizde karşılığı yok, uzun uzun yazmak zorundasın) beş ergenin o günkü muhabbeti üzerine… Önce birbirlerini itiyorlar, sonra çekiyor, sonra yine itiyorlar. Ama bir şekilde konuşuyorlar; birbirlerini tanıyor, anlıyor, bu arada kendi kimlikleri üzerine de düşünüyorlar. Hakikaten eli yüzü düzgün, derdini -kızların oğlanlara vardığı finali hariç- çok iyi anlatan film.  

Bir de şu: Yeniden çevrimi yapılamayacak bir film. 

Bugün olsa, ergenler gömülür cep telefonlarına; ne birbirleriyle konuşurlar ne de kendi iç seslerini dinlerler. O Cumartesi cezası da başladığı gibi biter. Hiçbir şey yaşanmadan… 

Tabii sade ergenlikle ilgili mesele değil bu. Sosyal medyayla bunca haşır neşir olan hepimizin her günü böyle. Başlıyor, bitiyor. Arada ömür geçiyor. 

kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

Kütüphanenin kafesinde iki adam baş başa vermiş konuşuyor. Altmış yaşlarındalar. Biri beyaz saçlı ve bıyıklı. Diğeri gözlüklü ve dikkatli. Bıyıklı olan eski moda bir takım elbise giymiş. Gözlüklü, bir bardak kolayı çok yavaş hareketlerle yudumluyor. Bir konuyu karara bağlıyor olmalılar. Arada bir önlerindeki kâğıtlara birtakım notlar alıyorlar. Yumuşak yüzlü, iyi niyetli adamlar. Bugünün dışındalar. Sanki o masada baş başa vermişken, hiç fark etmeden yaşlanmış gibiler. Öğle üzeri oturdukları masaya ve ömürlerine usul usul akşam çökmüş gibi…

ben de sizdenim ağalar

Geçenlerde bir akşam üzeri, Türkiye’den bir arkadaşımla konuşa konuşa eve doğru yürüyorduk. Önümüze beş-altı yaşlarında bir çocuk çıktı. Kaldırımda elleri cebinde, miskin miskin duruyor, yapacak bir yaramazlık arıyordu. Sadece kara kaşından kara gözünden değil, konuşmamımızı duyunca kulaklarını dikmesinden de Türk olduğunu anlamıştım.   

O da bizzat anlattı zaten. Tam yanından geçerken, bilmiş bilmiş “Selamünaleyküm” dedi. 

Biz de “Ve aleykümselam” dedik gülerek; yolumuza gittik. 

O gün üzerinde durmamıştım. Hatta unutup gitmiştim. Bugün nedense aklıma düştü. Şaşırtıcı aslında. Bacak kadar boyuyla kocaman bir selam vermesi değil… Hiç tanımadığı iki yetişkinin sohbetine “Ben de sizdenim ağalar” diye sızmak istemesi… 

vintage

Bunu karım anlattı.

Geçen hafta bozulan bilgisayarını Apple Store’a tamire götürmüştü. 2013 model bir Macbook… Altmış yaşlarında bir görevli hem aleti kontrol ediyor hem de yanındaki stajyere bu tür arızalarla karşılaşınca ne yapması gerektiğini anlatıyormuş.

İlk cümlesi şu olmuş: 

“Görüyorsun, bu vintage bir model.”

Yeniyetmeler böyle derse anlarım da o yaşta birinden böyle cümle çıkması… Başka bir faza geçmişiz hakikaten.


umut gülünç ama bizimdir

Bu bizim bir yanımız yoktan umut 
Gülünçlüğüne gülünç ama bizimdir
İşimiz dünyayı biraz kendimizde
Biraz sürdürmek dışımızda sadece 
Yoksa sonu başından bellidir 

Gülten Akın 

(Fotoğraf: Fransa’da Brittany açıklarındaki, 144 yaşında hâlâ çalışan Tevennec deniz feneri)

ben toy bir mehtap kelimeler birer varsayım

Ben en çok yazmayı seviyorum
En çok buraya yazmayı seviyorum. 
En çok buradaki okurları seviyorum. Sağolun, var olun.

Bugün içimden geldi, bunları yazdım. Bu blogun neredeyse on yılı dolacak. Çıldırmış sosyal medya yükünün yanında blog… Neyse, uzun mesele, girmeyelim. 

Burası bir ev artık. Eski usul bir ev. Bir şeyler planlıyorum. Belki yeni bir eve taşınırım. Belki eski evime yeniden taşınırım (ki çok seviyordum orayı, hâlâ da arada bir uğrarım). Belki burada kalırım. Belki başka bir şey… Oturmadı daha. Ama ne fark eder ki, işimiz yalnızca metni korumak. Orada veya burada. Metni koruyoruz. Birbirimizi buluyoruz. 

Okuduğunuz için teşekkürler. Çok güzelsiniz.

me dicen el clandestino

1. 
Oosterpark Sokağı’nda bir pencerede, büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Kanunsuz insan yoktur, insansız kanun vardır.”

2. 
Hollandacam şunu bir çırpıda anlayacak kadar gelişmiş, az buçuk gurur duydum. 

3. 
Bu şehirde insanların kendilerini pencerelerinde ifade etmesi hoşuma gidiyor. Bir kâğıda bazen şiir bazen özlü sözler yazıp asıyorlar. Fotoğraflar, resimler, süsler… Kendilerine değil, gelip geçen için. Bir ifade sanatı ve vitrin olarak pencereler… 

4. 
‘Kanunsuz insan’ çeviri kokuyor tabii. İllegal deyince daha doğru. Eh, o zaman da Manu Chao’nun Clandestino’sunu hatırlamamak mümkün mü? Yalnız Manu da ne kadar gençmiş... 

sonraki gün