fukuşima, 12 mart, 15:36


Enerji Bakanı Taner Yıldız, depremden sonra şu yönde bir açıklama yaptı: "Japonya kendini depremde test etti ve başarılı oldu; Türkiye'deki nükleer santral projeleri devam edecek."

Hiç boşa konuşmasın. Japonlar bile kendi santrallerine Bakan Yıldız kadar güvenmiyor. Avrupa basını nükleer santrallerin ipini çekmek için devrede. Zaten Alman dergisi Der Spiegel de bugünkü kapağıyla son noktayı koydu. Dergi kapaktan "Das ende des Atomzeitalters" diyor. Yani, atom çağının sonu. Fukuşima'da. 12 Mart 2011'de. Saat 15.36'da.

Taner Yıldız bu tarihi ezberlesin ve gerçekten halkın zamanından çalmasın. Bu iş bitti artık.

tahliyenin vicdanı



Kapılar artık gerçekten kapandı. Libya’da vatandaşı bulunan ülkeler tahliye işlemlerini neredeyse bitirdi. Çin 32 bin, Türkiye 19 bin vatandaşını memleketlerine götürdü. Brezilya 3 bin, İtalya bin beş yüz kişiyi tahliye etti. Yunanistan, Almanya, Hollanda gibi Avrupa ülkelerinin ve ABD’nin orada zaten pek kimi kimsesi yoktu; olanı getirdiler. İngiltere, basınının isterik çığlıkları eşliğinde yaklaşık beş yüz vatandaşı için çölde askeri operasyon yaptı. Geciktiler ama sonuç aldılar.

Yani artık kurtaracak kimse kalmadı. En fakirleri saymazsanız… Burkina Fasolu, Ganalı, Malili, Nijeryalı, Vietnamlı, Bangladeşli, Taylandlı petrol işçileri kapanan kapıların ardında bekleşip duruyorlar. Hükümetleri dahil, onların canını umursayan kimse yok. Zaten hükümetlerinin elinden de pek bir şey gelmiyor. Trablus’taki Gana büyükelçisi “ne yapacağını bilmediğini” söyledi mesela. Uluslararası Göç Organizasyonu bu durumda bir buçuk milyon işçinin olduğunu duyurdu.

International Herald Tribune, hemen hepsi erkek olan bu işçilerin perişan durumda olduklarını yazdı. Bir uçak veya feribotun kendilerini alacağı ümidini çoktan yitirmişler. Bir arada durmaya, geceleri Mısır ya da Tunus sınırına ilerlemeye çalışıyorlar. Ellerinde avuçlarında olan da çalınıyor. Dahası, siyah Afrikalılar, Libyalıların yine siyah paralı askerlere yönelik öfkesi sonucu, mermilerin ve bıçakların hedefinde.

Petrol firması yöneticileri bu adamları o büyük hapishanenin içinde savunmasız bırakarak tabanları yağladı. Herald Tribune, geride kalanları düşünmeden kaçanların çoğunun Türk firmaları olduğunu yazmıştı. Bugünkü haberinde Türkiye’nin gönderdiği feribotların 2530 yabancıyı da taşıdığını söyleyerek, suçlamayı biraz hafiflettiler. Ankara’dan bir tanıdığım, bazı Türklerin, işçilerini de tahliye etmek için kendisinden torpil istediğini söylüyor. "Yöneticiler de çaresiz," diyor.

Her halükarda bizim basın bu işlere hiç girmedi. Kendi vatandaşlarının derdindeki diğer ülkelerin basını da yanaşmıyor.

İşçilerin nispeten şanslı olanları bugün Tunus ve Mısır sınırına yığılmış durumda. Sınırlardan her gün on beş bin kişi kaçıyor ve elbette Tunus’un, Mısır’ın dertleri kendilerine yeten yetkilileri de onları istemiyor.

Tahliye ederken de biraz vicdan lazım, değil mi? Petrol firmalarını geçtim ama vicdan, gözü kendi vatandaşlarından başkasını görmeyen gazetelere de lazım. Petrol fiyatlarının yükseldiğini yazmak kolay, o petrolü çıkartanların durumunu da yazın. Hiç zor değil.

mutsuz bir lider için isim çalışması



Birlik ve beraberliğe ihtiyacımız olan bu günlerde diye söylenip durulur ya, o günün bugün olacağı aklıma gelmezdi. Kim ne derse desin, Türkiye basını Libya meselesinden birlik ve beraberlik içinde çıktı. En azından telaffuz açısından...

Yorumlar farklıydı ama hiç kimse Libya'nın başı dertte liderine 'Kaddafi'den başka bir isimle seslenmedi. Beri yandan, yabancı basını okurken telaffuz bolluğundan başım döndü. Ama bu konuda kimse Hollandalılar'ın yanına yaklaşamaz. Hollanda basınında her gazete Libya liderinin ismini kafasına göre yazdı. Kendi isimlerini telaffuz ederken bile kafaları karışıyor, belki ondandır.

Kaddafi listesine buyurun:

Trouw: Kadafi (Trouw'un sade dizaynına bu basit söyleyiş yakışırdı zaten)
De Telegraaf: Gadaffi (Egzotik bir yaklaşım, gazetenin hiçbir şeyden anlamayan çizgisine yakışıyor)
Metro: Kaddafi (Kesin bir Türk çalışıyor orada)
Algemeen Dagblad: Khadaffi (en zoru bu, bu söyleyişe nasıl ulaştılar, çok merak ediyorum)
Volkskrant: Kadhafi (bunu hiç bir Hollandalı telaffuz edemez, fazla entelektüel olmak tam da böyle bir şey, Volkkrant'ın kendisi gibi)

centilmenlerin sporu



Çok garip bir turnuva oluyor. Melbourne’de devam eden Avustralya Açık’ta önce erkekler tenisinin bir numarası İspanyol Rafael Nadal, bugün de iki numara İsviçreli Roger Federer elendi. Nadal, hemşerisi David Ferrer’e kaybettiği maçın daha başında sakatlanmıştı. Federer sakat değildi ama üç numara Sırp Novak Djokovic’e yine de dayanamadı.

Teniste gelenektir; kazananlar da kaybedenler de rakiplerini genelde över. Kazanan için sorun yok elbette ama kaybetmişken bunu yapmak sıkıntı verici olmalı. Belki bazılarına riyakârca bile geliyordur.

Hep kazanmaya alışmış Federer ve Nadal da bu geleneğin dışına çıkmadı, rakiplerinin oyununa övgüler düzdüler. Ama tenis oyuncularının gerçekten ne kadar sportmen olduğunu anlamak için Nadal’ın dünkü basın toplantısına kulak kabartabiliriz. Sürekli sakatlığıyla ilgili soru soran gazetecilere cevaben Nadal, bu konudan bahsederek Ferrer’in zaferini gölgelemek istemediğini söylüyordu.

Yani... Hakemler kötüydü, hava yağmurluydu, top beni sevmedi, canım sıkkındı, bacağım ağrıyordu değil: O benden daha iyi olduğu için kaybettim.


Fotoğrafta Nadal ve Ferrer yan yana

çin'in altın çiçekleri


İki gün önceki post’ta kadınlar tenisinin bir numarası Wozniacki’nin (artık “eski ve kısa ömürlü bir numarası” diyebiliriz herhalde), kendisini sıkıcı olmakla, basın toplantılarında hep aynı cevapları vermekle eleştiren medyaya sıkı bir ders verdiğini yazmıştım.

Ama medya öcünü bir şekilde alıyor işte. Basın toplantısında kaybettiği maçı kortta kazanıyor, üstelik profesyonel bir tenisçi, Çinli Li Na vasıtasıyla. Avustralya Açık’ın çeyrek finalinde turnuvanın en şeker sporcusu Alman Andrea Petkoviç’i eleyen Na, bugünkü yarı final maçında Wozniacki’yi mağlup etti ve finale çıktı. Şimdi şampiyonluğa çok yakın oysa yedi sene evvel henüz 22 yaşındayken, üst üste aldığı başarısız sonuçlardan sıkılıp şansını üniversitede denemeye karar vermiş, bölüm olarak da “medya çalışmaları”nı seçmişti. Çinli sporcu, iki sene medya üzerine dersler aldı. Sonra tenise geri dönmeye karar verdi.

Bugün de çıkıp Wozniacki’yi dize getirdi. Çok büyük sürpriz sayılmaz. Ekonomiden sonra sporda da dünya çapında başarılar yaşamak isteyen Çin ondan ve kuşak arkadaşları Zheng Jie ile Peng Shuai’den çok şey bekliyordu; bugünlere gelebilmeleri için epey çaba sarf edildi. Memleketlerinde onlara “altın çiçekler” deniyor. Çin, şimdi bir altın çiçeğinin ilk Grand Slam şampiyonluğunu görmeyi bekliyor.

Belki o zaman tenis dünyasındaki trendler de değişebilir. Çin bu başarının sürekliliği uğruna çok para harcayacaktır.

kendini yakmak


Yıllar evvel Aktüel Dergisi'nde çalışırken, yayın direktörümüz Alev Abi (Er), 1980’lerin başında Hürriyet’te çıktığını düşündüğü bir haberi bulmam için beni Taksim’deki Atatürk Kütüphanesi’ne gönderdi. Haber protesto için kendini yakan biriyle ilgiliydi. Alev Abi’nin hafızası aslında iyidir ama maalesef haberin tam tarihini bir türlü hatırlamıyordu. Darbe sonrasıydı tamam, ama gerisi belirsiz… Bu belirsizlik benden kesin sonuç istemediği anlamına da gelmiyordu! Çaresiz, kütüphanenin yolunu tuttum. Günlerce eşelenerek Hürriyet’in 1985’e kadarki bütün nüshalarını taradım. Her günkü ziyaretçilerin arasında yazar Necati Tosuner’i hatırlarım. O da o sırada sabırla gazete tarıyordu.

Alev Abi’nin tarif ettiği vakayı bulamadım. Bir umut, başka gazetelere bile bakmıştım; ama çıkmadı işte (bir küçük not: Alev Abi’ye rapor verdiğimde “belki de yanlış hatırladım” demişti sadece.) Beri yandan birçok başka vakaya rastladım. Seksenlerin başında, öyle görünüyor ki, kendini yakma salgını vardı. Fakirliğe, ayrımcılığa, hayatın bin türlü başka derdine isyan eden gariban insanlar son paralarıyla bir bidon gaz alıp kendilerini ateşe veriyorlardı. İntiharın veya protestonun türlü yolu var; ama olabilecek en acılısını seçiyorlardı işte. Belki de ateşle dağlanan vücutlarını kesin ve nihai bir uyarı aracı olarak kullanmak istiyorlardı.

Bugünlerde böylesi pek yaşanmıyor; Türkiye kendini ateşe veren acılı vatandaşlarını unuttu. Ama Kuzey Afrika’da, Tunus’ta başlayan ve dün nihayet Mısır’da da alevlenen devrim salgınına bakarsak, bu sert uyarı oralarda hortladı. Tunus’taki ayaklanma, polisten dayak yiyen 26 yaşındaki bir işportacının, Muhammed Bouaziz’in kendini yakmasıyla başlamıştı. İlerleyen günlerde Cezayir’de dört kişi daha aynısını yaptı. Mısır ve Moritanya’da da benzer vakalar görüldü.

Dün Kahire’de Tahrir Meydanı’nda polis, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek’in görevi bırakmasını isteyen göstericilerin üzerine ateş açtı. Gazeteciler, meydanda toplanan insanların “Kaybedecek bir şeyimiz yok, biz buraya ölmeye geldik” dediklerini aktarıyordu. Sonra olaylar başladı. Kan döküldü.

Adam kendini yakıyor; sen üzerine ateş açsan ne olur? Daha fazla acı verebilir misin ki?

PS: Kütüphane fareliğime bir süre sonra yine Aktüel'den Burcu'nun (Ünal) da eşlik ettiğini atlamışım. Düzeltir, özür dileriz :) Yalnız onun hatırladığının aksine vaka 1986'da da çıkmadı. Hiçbir yerden çıkmadı!

ay sarayında