dünyayı değiştirmek için yazarız

Dilimizin ve şiirin gelmiş geçmiş en büyük ustalarından Gülten Akın, “neden yazarız”ı açıklıyor. 

Bizler, hayatın dilini sanatın, yazının diline çevirenler, onu kitaplara sığdırmaya çalışanlarız. Estetize ederek sunduğumuz bir amacımız var; hayatın ve dünyanın değişimine katkıda bulunmak. Gündelik konuşmalarda kullandığımız sözcükler, hayatın, insan ilişkilerinin anlamını açıklamada yetersiz kalır. Onun için, “Sözcükler anlamın tutukevidir” demiştim. Yazar, özellikle şair onları öyle yan yana getirir, yapılaştırır ki, daha derinden kazarak çıkarılan anlam kurtulan anlam olur. 
İşte, dille yapılan bu değiştirimdeki büyü, yaşamı nesnel olarak değiştirebilmenin umudunu taşıyabilir. 

Frankfurt Kitap Fuarı kapanış konuşmasından (19 Ekim 2008’deki törene kendisi katılamamış, yazdığı metni iletmişti).

kieslowski'nin yarası

Yara (Blizna) isimli Bir Kieslowski filmi izledim. MUBİ’de. Üstadın ilk uzun metrajlı işiymiş. Senesi 1976. Polonya’nın ücra bir kasabasına inşa edilen bir gübre fabrikasının toplumda açtığı yarayı anlatıyor. 

Binlerce yıllık ormanlar kesiliyor; yerlerine binalar, lojmanlar dikiliyor. 

Kendi halinde yaşayıp giden kasaba, önce bir bacaya, sonra dumana dönüşüyor. Duman oluyor kasaba. Kelimenin her anlamıyla. 

İnsanlar işsiz, toplum fakir, çelişkiler keskin. Devletlüler, ileri gelenler fabrikayı istiyor; canla başla savunuyor. Bir kısım da diyor ki; fakiriz ama sağlıklıyız; ağacımız, ormanımız ergin; çiftimiz çubuğumuz diri. Bildiğiniz tartışma… Kieslowski usta, işin burasını neredeyse bir belgesel gibi çekmiş. Zaten bir gazeteci gözü ve kamerası marifetiyle ara ara dahil de oluyor kurguya. 

Bizden farkı, işlerin Doğu Bloku’nda geçmesi. Devlet “ol” dediği zaman; tartışmasız, muhalefetsiz fabrikanın istenen yere inşa ediliverilmesi. “Yanlıştır bu” diyenler, parti kanallarını kullanıyor; fabrika müdürünün yani devletin yüzüne söyleyeceğini söylüyor (Uygulayıp uygulamamak devlete kalmış). Biraz daha muhalif olanlar geceleri çıkıp duvarları yazılıyor, fabrikayı istemediklerini haykırıyor. Gizlice. 

Bizden farklı olmayan kısmı, işlerin bizde de üç aşağı beş yukarı böyle yürümesi... 

Devletin, partinin ya da birilerinin “ol” dediklerinin oluvermesi… Şeffaf olmayan ihalelerle, toprağın, mesela altın arayanlara peşkeş çekilmesi. Yerel halkın isteklerinin dikkate alınmaması. “Kalkınalım kalkınalım” derken bazılarının fazla kalkınması. Muhalif olanların sesine bir yere kadar müsade edilmesi, sonra o seslerin bir şekilde kısılması. Gerek görüldüğünde aynı muhaliflerin “vatan hainidir” deyip halkın önüne atılması… 

Yara her yerde aynı. 

cemiyetimiz neşesizdi

" (...) Herkes bilir ki, bir saat ya geri kalır, yahut ileri gider. Bu işin üçüncü şekli yoktur. Bu da tam ayar imkânsızlığı gibi umumî bir kaidedir; meğer ki durmuş olsun. Fakat burada iş şahsîleşir. Benim nazariyem şudur ki, insanlar kâinatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşya onlara uymak tabiatındadır. Meselâ, benim çocukluğumun geçtiği Abdülhamit devrinde cemiyetimiz neşesizdi. Başta padişahın asık yüzünden gelen ve halka halka etrafa yayılan bu neşesizlik eşyaya da sirayet etmişti. O zamanın vapur düdüklerinin acılığını, hüznünü, keskinliğini benim yaşımda olanların hepsi bilir.  (…) Saatler de böyledir. Sahiplerinin mizaçlarındaki ağırlığa, canı tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasi akidelerine göre yürüyüşlerini ister istemez değiştirirler." 

Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar


PS: Geçen aynı kitaptan bahsederken, grafik tasarımcı Ethem Onur Bilgiç’in illüstrasyonunu kullanmıştım. Bu güzellik de onun. 

biraz ilham sonra emek

Gençler tulumbayı bilir de, çoğu onu hiç kullanmamıştır. Ben herhalde son zamanlarına yetiştim. 

Fizik prensiplerini açıklayacak değilim (zaten beceremem de); basitçe, kol yardımıyla suyu önce çekersin, sonra da dışarı akıtırsın. 
Ama su derindeyse, tulumba uzun süredir kullanılmıyorsa ya da kola ağırlık vermeye üşeniyorsan, önce oluktan aşağıya birkaç tas su dökersin; o ağırlık, mekanizmayı daha rahat harekete geçirir. 

Düşünmenin prensipleri de tulumbacılığa benziyor. Fikir üretmek için, bir konu üzerinde sistemli şekilde düşünmek için, hatta her gün düşünebilmek için (ki bu da başlı başına bir iştir); zihni önden fikirle beslemek gerekiyor. Yani o suyu önden dökeceksin. Fikirlerin yeni olmasına gerek yok. Bir tas su, biraz fikir… Mümkünse saf, duru, bölünmemiş, başka uyaranlarca rahatsız edilmemiş fikirler… 

Sonrası çalışmak. Yine tulumbadaki gibi. Kol gücü. Emek. 

Biraz ilham, sonra hep emek.

Düşünüyorum da, tulumba prensibi her yerde işliyor. O bir tas su, o ilham olmadan çark bir türlü dönmüyor. O bir tas sudan sonra düzenli çalışmayınca zaten hiç dönmüyor. 

Şimdi suyu bulmak lazım. 

PS: Şöyle güzel bir tulumba fotoğrafı bulamadım. Zaten bizdekiler de hep fabrika boyalı, çiğ mavi, sevmesi zor tulumbalardı. Buyurun size çiçekler içinde, tatlı bir tulumba ya da tulumbanın tatlısı! (Eh affedin, buraya kadar getirmişken, bu espriyi yapmamak zor. Maalesef.) 


hep bugünü yazdılar

Düşünür Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nda yazmış: 
"Totaliter rejim için ideal kişi, davaya kendini kalpten adamış bir nazi veya komünist değildir. Gerçekle hayal ürünü arasındaki ayrımı (yani deneyimin gerçekliğini) ve doğruyla yanlış arasındaki farkı (yani düşüncenin türünü) artık önemsemeyen kişidir." 

Memlekette ne olup bittiğini anlamak için Arendt okumaya gerek de yok; apaçık ortada işte. Rejim, kaynaklarından ucuna totalitarizme kesmiş. 

Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, yerine kayyım atanıyor.
Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, onlar evvelden rejimin adamıysa, yorgunluktan başka gerekçe de açıklanmıyor, yerine daha seçilmiş görünümlü kayyım atanıyor.

Seçim kaybediliyor, eften püften bile olamayan gerekçelerle yenileniyor. 

Bunun adı demokrasi olabilir mi?

Arendt’in kaynağına inip yazdığı, Orwell'lerin, Huxley'lerin, Bradbury'lerin göstere göstere yazdığı işte bu zaten.

Bu rejimi omuzlarında taşıyanlar da gerçekle yalan arasındaki farkı, deneyimi, düşünceyi artık önemsemeyen kitleler. Arendt Türkçe bilseydi, “Şeyh uçmaz mürit uçurur” da derdi. 

Peki gerçekle yalan arasındaki farkı artık neden umursamıyorlar? Mesele bu. 

ramen 101

Güzel film Tampopo hakkında geçenlerde yazmıştım. Başka neler yazılmış diye bakınırken, maalesef artık faal olmayan bir blogda (Çaylak Aşçı), filmdeki bir diyaloga rastladım. Ramene giriş dersi olarak da okunabilir. 
“ (...) Güzel bir günde… 
İhtiyarın biriyle dışarı çıkmıştım.
Tam 40 yılını ramene adamış biri.
Bana ramen yeme adabını gösteriyordu.

- Üstadım önce çorba mı, erişteler mi?
- Önce tüm kâseyi gözlemle.
- Tamam efendim.
- Biçimine takdir göster. Kokusundan zevk al. Yağ taneciklerinin mücevher gibi parıldayışını, şinacku köklerinin ışıltısını, deniz yosunlarının hafifçe batışını, taze soğanların yüzüşünü seyret.”

Devamını şuradan okuyabilirsiniz. 

Düşünüyorum da, bu en çok bizim Elif’in (Türkölmez) hoşuna gider. Blog gibi kullandığı nefis Instagram hesabını bilmeyen varsa, eksiğini tamamlasın. O da burada.  (Elif Türkölmez'in 'Ormanın İçinden, Denizin Kıyısından' isimli kitabını da hararetle öneririm. Google Play'de var.)

PS: Yalnız o afiş!

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...