amsterdam notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
amsterdam notları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

korona günleri - berberde

Bir Hollandalı, bir Portekizli, bir İtalyan, bir de Türk… Napolili Salvatore’nin berber dükkânındayız. Neşeli adam Salvatore. Korona günleri yılgınlığı bile ona pek değmemiş görünüyor. Bir iki düşünceli an dışında, yine gülüyor, gülümsüyor. 

“Hangi ülke koronayı nasıl karşıladı? Gazeteciler buraya gelse, hiç yorulmadan haberini yazıp giderdi” diyor.

Müşteri kimliğim sırıtırken, gazeteci kimliğim notunu alıyor. Kimin ne yaptığını üç aşağı beş yukarı biliyoruz gerçi. Tek tek hikâyeler daha ilginç geliyor. 

Hollandalı Olaf, yetmişinin çok üstünde. Kolombiya’ya gidecekmiş, vazgeçmiş. “Niye” diye olta atıyorum; “Avrupa’ya tercih edilmez mi şimdi?”

“Yok yahu” diyor Olaf. “14 gün karantina varmış inince. Ee, o kadar kalacaktım zaten!”

Portekizli Carlos’un elinde cep telefonu, gazı kaçmış futbol gündemini okuyor. “Aha” diyor bir anda; “Ronaldo, Madeira’daymış. ‘Daha da İtalya’ya dönmem’ diyormuş.”

İstese de dönemez zaten, o kadarını biliyoruz. Carlos’un da aklında Portekiz var. Yaşlı annesi oradaymış. Ama küçük bir kasabada. “Yine de daha emniyetli” diye onaylıyoruz. Kasabada olmak iyiymiş gibi geliyor. 

Napolili Salvatore’nin aklı hemşehrilerinin evde oturabileceğine yatmıyor. “Türkler ne yapıyor peki” diye soruyor.

“Türkler, İtalya’da olanları izliyor” diyorum. 

Huy olarak iki milletin birbirine ne kadar benzediğini ikimiz de biliyoruz. Zaten, rutin saç kesimi mevzularımızdan biri bu. “Siz de biz de gürültücü insanlarız” deyip güler Salvatore. Marmaris’teki nefis günlerini anlatmaya başlar sonra. 

Bu defa bunları konuşmuyoruz. 

Yetmiş yaşında Salvatore. Dinç bir yetmiş. Dükkânını açık tutmak istediğini, hükümet kapatmadıkça kapatmayacağını söylemişti. Kararının arkasında. Ama ben bugün oraya gitme kararımın arkasında değilim. 

Dört gün içinde ruh halimiz değişti.

Ama hayat hemen hemen aynı ritminde akıp gidiyor. Ruh haliyle ritim birbirini tutmuyor.

Tuhaf günler. 

boş ders

Geçen hafta, Hollanda’da ilkokul öğretmenleri greve gitti. Evimizin karşısındaki okul iki gün kapalı kaldı. Sabahın karanlığında ışıklar yanmadı; soğukta bekleyen öğretmenler öğrencilerini kapıda karşılamadı.

Bu ilk grev değil. Daha önce de oldu. İlkokul öğretmenlerinin kazandıkları geçinmelerine yetmiyor. Bu yüzden de kimse buralarda ilkokul öğretmeni olmak istemiyor. Açık var. Dino Bey’in yeni başlayacağı okul için görüşmeye gittiğimizde durumu bir öğretmene sormuştum. “Amsterdam’da öğretmensizlikten eğitimi haftanın dört gününe düşüren okullar var” dedi. 

Hükümet öğretmenlere para ayıramıyor. Dersler boş geçiyor. Kendini medeniyetin orta yeri gören şehirde vaziyet bu. 

Karşıki okulda bugün dersler yeniden başladı. Ama bir burukluk var. 

meksika'da mutluluklar

Kalabalık bulvarda, bir bisikletin tekeri altına sıkışmış bir kâğıt. Sanırım büyük harfler, ünlemler dikkatimi çekti. Ne yazıyor diye durup baktım.

Bir kısa notmuş. İngilizce. 

Sevgili Mihaela,
Geldin, bizi değiştirdin. Hiç tahmin eder miydin? Bir ufacık şey daha kalmıştı ama olsun. Seni çok seviyoruz. Meksika’da mutluluklar. 

Hediyeye sarılmış bir nottu herhalde. Kayıp düşmüş. 

Ne kalmıştı acaba
Ve ne kadar uzak Meksika...

karşı pencerede

Amsterdam’daki yeni evimiz bir okulun karşısında. Binası ufak, iki katlı, ancak birkaç sınıflık, kendi halinde bir ilköğretim okulu. Pencereleri çocukların elinden çıkma, kağıt süslemerle bezeli. Pervazlarda yine öğrencilerin marifeti rengârenk, minik maketler duruyor. Otomobiller, uçaklar, gemiler, kaleler, kuleler…

Sabah yedi gibi, karanlık dağılmadan daha, bir-iki öğretmen ve görevliler geliyor. Hemen işlerine koyuluyorlar. Okulun ışıkları sapsarı yanıyor. Elektrik düğmesinin döndüğü o ilk anda, sanki pencerelerden dışarı, karanlıkta uzun süre bekleye bekleye yoğunlaşmış bir huzur hissi yağıyor. İçinde bir gün önceden kalma çocuk kahkahaları, telaşlar…

Öğretmenler kâğıtlarını karıştırıyor, laptop’larını açıyor. Süpürgeler işliyor. Bir iş görmenin, birilerine faydalı olmanın saadeti sıralara, duvarlara, raflara, kitaplara yeniden yayılıyor.

Bu dakikalarda evren sanki sadece onlardan ibaret gibidir. İçlerinden birisi, sadece bir tek öğretmen, tek bir hademe bile aksasa, tüm işleyiş, her şey ama her şey bozulacak, karışacak, anlamını yitirecek; önce öyle hevesle beklenen öğrenciler karanlıkta kaybolacak, sonra mahalleler, sokaklar uğuldayacak, derken karşı pencerenin arkasında bekleyen benim kahve fincanım bile birdenbire çatlayacaktır.  

Aksamıyorlar neyse ki.  Hava aydınlanıyor. Öğrenciler geliyor. Ben kahvemi içiyorum. 


uğurlama

Geçen gece rüzgâr çıktı. 
Bahçemiz biraz uğuldadı, sonra duruldu. Sabaha yatışır, deyip yattım. 
Meğer gündüzün serin, sakin rüzgârı, bir mahalle ötede canavara dönüşmüş, önüne geleni devirmiş. 
Sabah sokaklarda öbek öbek dallara rastgeldim. Yemyeşil dallar. Yeşerdiklerini bile anlamamışken daha…
Bir köşeyi döndüm. İşte, orada yatıyordu. Yıllardan yıllardan sonra, sert bir rüzgârın iteklemesiyle çöküvermiş bir koca kavak…
Dalları arasında çocuklar dolanıyordu. 
Uğurlama niyetine.

as bayrakları as

Sokakta günlerdir bir Avrupa Birliği bayrağı asılı. Evin sahibini tanımıyorum, kim olduğunu da bilmiyorum ama bu yaptığı hoşuma gidiyor. 

Bayrağı asan kişi, geçen haftaki seçimlerden önce rengini belli etti. Dosta düşmana tarafını duyurdu. Bunca milliyetçilik patlaması içinde, yıllardır diş diş, tırnak tırnak kazanılanlara, tek bir Avrupa fikrine sahip çıktı. 

Yaşlıca biri olduğunu tahmin ediyorum. İkinci savaşın etkilerini çocukluğunda yaşayanlardan olmalı. On yıl öncesini bile bilmeyen, acıları tanımayan genç ve beyinsiz faşistlerden değildir. Bu beyinsizlerin içinde genç olmayanları da var elbette. Onlar dümdüz kötü, bencil ve çıkarcı insanlar. Her zaman ortadadırlar. Savaş çıkarır, nutuk atarlar.

Bayraklı komşum, en azından bu ülkedeki, Hollanda’daki sonuçlara seviniyordur. Avrupa Birliği karşıtları (çoğunlukla aşırı sağcılar ve düz faşistler) pek bir şey yapamadı. Avrupa genelinde de birlik karşıtları parlamentoya girdi ama çoğunluğu ele geçiremediler. Çünkü hayatlarında daha fazla sığlık istemeyenler de sandığa gitti. İyi veya kötü, artık her telden görüş parlamentoda. Olsun da. Gerekiyor çünkü. Ekonomi, göç ve iklim. Hangi meseleyi tek başınıza ele alabilirsiniz ki? 

Keşke bizim de bu konuda söyleyecek sözümüz olsaydı. Hepsinden en çok etkilenen biziz.

Şu bayraklı komşum cama çıksa da kim olduğunu anlasam. Muhabbetle selam verirdim. Belki arkadaş olurduk. 

me dicen el clandestino

1. 
Oosterpark Sokağı’nda bir pencerede, büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Kanunsuz insan yoktur, insansız kanun vardır.”

2. 
Hollandacam şunu bir çırpıda anlayacak kadar gelişmiş, az buçuk gurur duydum. 

3. 
Bu şehirde insanların kendilerini pencerelerinde ifade etmesi hoşuma gidiyor. Bir kâğıda bazen şiir bazen özlü sözler yazıp asıyorlar. Fotoğraflar, resimler, süsler… Kendilerine değil, gelip geçen için. Bir ifade sanatı ve vitrin olarak pencereler… 

4. 
‘Kanunsuz insan’ çeviri kokuyor tabii. İllegal deyince daha doğru. Eh, o zaman da Manu Chao’nun Clandestino’sunu hatırlamamak mümkün mü? Yalnız Manu da ne kadar gençmiş... 

21662 ev

Evin iki cephesi de açık; ışıklı. Ufak, sevimli bir terası var. Çatı katındaki oda bir şeye benzemiyor ama alttakiler hoş. Banyo, mutfak, yer döşemesi; her şey yenilenmiş, elden geçirilmiş. Zevkli bir elden hem de… Ama evin esas numarası lokasyon. Şehrin iki yanına kurulduğu nehre yakın, latif bir semtte.

Emlakçı kollarını kavuşturmuş sorularımı bekliyor. Çok da umrunda değil, belli. İki-üç gün içinde evi satacağından emin. Sorsam da olur, sormasam da… Otomatik bir hareketle kartını veriyor. “Başka bir sorunuz olursa…”

Dik merdivenleri inip, dışarı çıkıyorum. Nefis bir gün. Yürüyorum, her şey güzel; her şey yerli yerinde. Olması gerektiği gibi. Evi falan unutuyorum, bir kafeye oturuyorum. Yazmaya girişiyorum. 

Akşam çöküyor. 

Yine aynı sokaklardan dönüyorum. Ayaklarım beni öğle üzeri baktığım evin önüne getiriyor. Apartman kapısının üzerinde gündüz fark etmediğim bir plaka görüyorum. Epey de büyük. Yazılanı anlamaya çalışıyorum. Nasıl yani?

Emin olmak için telefondaki çevirmene başvuruyorum. 

Evet, doğru tahmin etmişim. Tam olarak şöyle yazıyor: 

2. Dünya Savaşı’nda öldürülen Yahudilerin yaşadığı 21662 evden 1’i.




47 euro


Bisiklet tamircilerini seviyorum. Ama iptidai olanlarını… 
Sağa sola fren pabucu, balata, ziller saçılmış; lastikler üst üste düzensiz yığılmış olmalı. Eli yüzü yaptığı işten kararmış, zamanı unutmuş bir tamirci, tüm bu başıbozukluğun içinde çalışmalı. 

İçeriye giren müşteriye şöyle bir kafasını kaldırıp bakmalı, o kadar. 

İçten içe böyle bir yerde çalışmak istiyorum; elimden gelmez ama denesem ne olur ki. Gitsem bir tamirciye; “etim de kemiğim de senin; bana sanat öğret” desem… Ellerim lastik kaydırmaktan nasır tutsa. Sonra ben de yavaş yavaş dünyanın en teklifsiz, en zamansız adamı haline gelsem. 

Çocukluğumda öyle alıştım belki; ağzında yarım sigarası, “Şuraya koy, yarın gel al” diyen, kendi neşesine göre çalışan tamircileri benimsiyorum. Acaba derdimi anlatabildim mi; hiç dinlememiş gibiydi; papuçları da duydu mu, sadece seleye mi bakacak falan derken, bisikleti ertesi gün tam da tarif ettiğim gibi, hatta daha fazlasıyla (gidonu da sıkıştırdım, gevşemiş!) bulmayı biliyorum ben. 

O yüzden düzenli bir dükkâna girerken geriliyorum. 

İşte mahalledeki bisikletçiye, elimde arka lastiği nedense paramparça olmuş bisikletimle girerken üç aşağı beş yukarı bunları düşünüyordum. 

Bu arada, her şeyi anlattım da şu artık belli ki sona yaklaşan emektar ötesi bisikletimin hikâyesini anlatmadım. Bir ara yazmalıyım; hiçbir şey değilse, onore etmem gerekiyor onu.  

Neyse girdim dükkâna, “Teker patladı” dedim; “lime lime olmuş” dedim; “Şuna bir el atın” dedim… 

Tamirci, mekanik bir hareketle aldı bisikleti kenara koydu. “Yarın bu saatte alırsınız.” 

Üzerine bir etiket yapıştırıyordu ki, “47 Euro” dedi. 

Durdum. Yok, yanlış anlamıştım herhalde. 

“47 Euro mu” diye sordum, gülerek. 

“Evet, 47” dedi kadın. 

“Nasıl olur yahu, ben bu bisikleti 50 euro’ya aldım zaten.”

“Evet işte eski bisikletlerin derdi de bu.”

Öyle dert mi olur! Sonuçta sadece tekeri patlamış. Aldım bisikleti çıktım. 

İnternetten baktım; iç lastik, dış lastik, 6-8 euro. YouTube’da da lastik değiştirme videoları gani. Elimden gelir mi bilmiyorum ama deneyeceğim.
Böyle böyle bisiklet tamircisi de olacağım.  

Sonra gider, bir başıbozuk dükkânda çalışırım.


PS: Fotoğraf, yukarıda geçen dükkân değil; iyi fotoğraf veren bir dükkân.  

adana değil amsterdam

1. 
Bu yaz Kuzey Avrupa kavruldu. Kelimenin tam anlamıyla hem de. Yaz kış yemyeşil görmeye alıştığımız parklar sapsarı. Ağaçlar kuru. İnsanların dili dışarıda. Amsterdam’da Adana halleri. 


2.
Bir de kuraklık var. Su seviyesi ciddi oranda düştü. Hem de su ülkesi Hollanda’da! Ülkede, milli gurura yakışır şekilde, ‘turuncu kod’ ilan edildi. Hadi biz yeni geldik de şaşırdık, yedi göbek burada olanlar da ‘Böylesini görmedik’ diyorlar. Görmüşler aslında ya, unutmuşlar belli ki. Mesela 2003 fenaymış. 1976'daysa nehirlerin suyu tümden buharlaşmış neredeyse. Bu iki yıl ‘kırmızı kod’un ilan edildiği yıllar… Kırmızı kod, turuncunun bir boy büyüğü. Sonrası da yok zaten. Bizde bir de yağmur duası var. 


3.
Susuzluk, Hollandalılar için havasızlık gibi. Bol suya alışmış bu insanlar. İyi günleri de kötü günleri de suyla geçmiş. Şimdi durumları fena değil ama nesiller boyu  savaşmışlar onunla. Sudan toprak çalmaya çalışmışlar. Dünyada kim suyla ilgili bir problem yaşasa (New Orleans, Venedik, Bangkok) Hollandalılar'dan yardım almış. Şimdi suyun azalmasını akılları almıyor. Biraz daha böyle giderse ulusal histeri başlar. 


4. 
Gazeteleri açıyorsun; kuraklık. Televizyonda kuraklık. Radyo kanalları, podcastlar, her yer... Kaçış yok. Her şeyden önce şaşkınlık hali. Yukarıdaki fotodaki lafı (‘Toprak çatladı, bu ne sıcak’ gibi bir şey) ‘Doktor bu ne!’ diye de okuyabilirsiniz. Alttaki fotoğraf da bir acayip. Burnu düşse eğilip almayan düşkün Osmanlılar gibi, sapsarı otlar üzerinde golfe devam eden Kuzey Avrupalılar! (Golf oynayanın karnı tok tabii, bu hali çiftçiye sorun bir de) Her neyse, yeni fotoğraflar da gelecektir. Bu arada yukarıda, manzarayı Adana’ya benzetmiştim ama post’u kapatmadan hızlı bir güncelleme yapayım : Parklar Adana, tarlalar Urfa!

çarşıda dükkânım olsa


Keman tamircisi… Çarşının ortasındaki dükkânının önünden her geçtiğimde, evvela keman gövdelerinin, burguların, köprülerin, tellerin, arşelerin alelade saçıldığı vitrine bakıyorum. Sonra da ona. Masasında yatan bir enstrümana eğilmiş oluyor yine. Elinde zımpara ya da küçük bir keski. Bazen, kaçamak içeriye baktığım o kısacık anda, kulağını bir kemana dayamış, ufacık bir sesi, yankıyı yakalamaya çalışırken görüyorum onu. Ya da çalışmıyor; oturmuş huzur içinde kahvesini içiyor.

Amsterdam’da, İstanbul’da, dünyanın her yerinde böyledir, değişmez. Enstrüman yapanlara, tamir edenlere, ince bir işle, bir zanaatla uğraşanlara bu huzur atfedilir. Onlara baktıkça gönlümüz genişler. Ama zihnimiz haince çalışmaya başlar. Sergiledikleri hüneri, özeni, hatta yaptıkları işin kendisini kıskanırız. Uğraştıkları enstrüman her neyse içimizden okşarız onu. “Keşke” deriz. “Şöyle sessiz sakin, huzur dolu bir işim olsaydı.” Niyeyse o beceriye sahip olmadığımız gelmez aklımıza. Doktorlara mühendislere, otomobil tamircilerine, bilgisayar programcılarına “Sizin de işiniz çok zormuş” deriz de bu dingin işleri kıvırabileceğimizi sanırız.

Bir yandan da bu işten ne kazanıldığını düşünürüz. Gelirinin tatmin edip etmediğini...

Çok acayip, dünyada her sene ancak beş tane üretilen bir kemanı falan tamir etmiyorlarsa ya da onu zaten kendileri üretmiyorlarsa ne kazanır ki bu insanlar? Gerçekten huzur mu kazançları? Bizim onlara gıpta etmemiz, içimizin gitmesi dahil mi bu huzura? Hatta arttırıyor mu onu? Yoksa kazanç zaten o mu? Dükkânların çevresinde sükûnetten, tatlılıktan, kalenderlikten bir hale mi yaratıyoruz? Bizler, bakanlar, oradan geçenler…

Şehrin ortasında bir dükkân tutsam diyorum. İçinde basit bir masa. Onun da üstünde bir laptop… (Daktilo olsa daha iyiydi tabii ama o da fazla göz boyamak olur artık, inandırıcı değil.) Öylece atılmış, orada 45 gün önce unutulmuş gibi duran ama aslında çok hesaplı birkaç kitap vitrinde (Bunlar için çok aday var ama mesela Ahmet Hamdi Tanpınar’dan ‘Huzur’ değil de ‘Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nü banko koyarım; bir iki de Jules Verne; sonrasını sonra düşünürüz). Tabii dağınık duran kâğıtlar, defterler, kalemler, mürekkep hokkaları, güzel güzel silgiler, açkılar... Karmakarışık bir vitrin. 

Dikkatli bakınca, içeride çalışan ben görünüyorum. 

Masama eğilmişim. Kamburum çıkmış. Düşünceli düşünceli bir şeyler yazıyorum. Yazıyorum yazıyorum yazıyorum. Gelip geçenler gıpta ediyor. “Ne sakin, ne huzurlu iş” diyorlar. “Keşke ben de” diyorlar. “Ne kazanıyor ki bu yazıcı esnafı” diyorlar. Huzurdan bir hale örüp dükkânın etrafına salıyorlar. Sağolsunlar. 

Ben yazmaya devam ediyorum. Düşünüyorum. Kahve içiyorum.

meydanda iki adam


1. 
Wes Anderson filmlerini hoş ama boş bulurum (‘Fantastic Mr. Fox’ hariç tabii). Baktım, pek de benimsemediğim bir yönetmen olmasına rağmen neredeyse tüm filmlerini izlemişim. Denk geliyor demek ki. ‘Isle of Dogs’ da denk geldi. Beklentisiz bir şekilde gittim sinemaya. Çok iyi film çıktı. Mr. Fox’u da aşmış. Adam belki de sadece animasyonda iyi. 

2. 
Spui Meydanı’nı güneş teslim almış. Turistler banklarda pinekliyor. Bir sonraki duraklarından önce soluklanıyorlar. Normal bir günde gelip geçene bakıyor olurlardı. Şimdi tam önlerinde duran başı şapkalı, beli free-bag’li orta yaşlı adamın hareketlerini izliyorlar. Sırtında İsrail bayrağı var adamın. Elinde de çift yönlü bir pankart. Önünde Hollandaca, arkasında İngilizce “Filistin masallarına inanmayın, ‘Özgür Filistinciler’ Yahudilerin sonunu getirmek istiyor” gibilerinden bir şey yazıyor. Arada bir de yolun karşısına doğru Hollandaca bağırıyor (Ne dediğini anlamıyorum). Dümdüz deli. Ben de bir banka ilişiyorum. Bağırdığı yöne bakıyorum. Yolun karşısındaki muhatabı Filistin bayrağı açmış bir başka Hollandalı. Daha yaşlı. Eski usul hippie’lere benziyor. Belki zaten onlardan. Bayrakla birlikte bisikletine tutturduğu pankartında “İsrail’in apartheid’ine son” mealinde bir yazı. İsrail bayraklı adamı umursamıyor. Konuşmuyor hiç. Kararlı, gururlu, epey fiyakalı bir adam. Eh fiyakalı olmasaydı da mazlumun yanında duran vicdanı onu fiyakalı gösterirdi. Birden bir yerlerden bisikletli bir genç adam çıkageliyor. İspanyolca kalaylıyor İsrail bayraklıyı. Biraz da sarhoş sanırım. Olan biteni yanımda gülerek izleyen yaşlı adam bana dönüyor; “Yalnız iki dakikada ne kadar kozmopolit bir olay yaşadık” diyor. Bunu anlıyorum. Ya da Felemenkçemin ilerlediğini düşünmek için anlamış olmak istiyorum. “Şu adamın fotoğrafını çeksem mi” diye içimden geçiriyorum. Değmeyeceğine karar verip kalkıyorum banktan. Turistler de sırtı bayraklı adamdan sıkılmış, kendilerine başka meşgale arıyorlar. Keşke o da arasa.

3.
Dün iktidar kampından bir gazeteci (ya da kendini gazeteci olarak tanımlayan bir kişi, yine isim cisim anmaya değmez) 18 yıl önce kendi yazdığı bir kitabı yalanladı. “Bilgiye, belgeye dayanmadan, dedikoduları yazmıştım” dedi. Kendi yazdığı kitabı yalanlayanı ilk defa gördüm. Herhalde bir daha da görülmeyecek. Bizim meslek adına bence artık dibe ulaştık. Çıtayı daha aşağıya koymanın imkânı kalmadı. Hayal gücümü zorluyorum, bunu geçecek bir şey bulamıyorum.  

4.
Şurada birkaç yaratıcı çözüm var. İçiniz açılır. En güzeli Christmas Island’daki ‘yengeç geçidi’. 



pedalare! pedalare!

Düşünmek için en iyi yöntemin yürümek olduğuna inanırdım. Değilmiş. 

İnsan bisiklet sürerken daha iyi düşünüyor. Çünkü yol çevrenden daha hızlı akıyor, manzara daha çabuk değişiyor. Trendeki gibi. Hem elin gidonda, kontrol sende. Gidişata hakimsin.

Ama öyle pedallara asılmamalı, nefes nefese kalmamalı. Sakin bir tempoyla, düzayak bir semtte dolaşmak lazım. (Kendini perişan etmenin de tadı ayrı ama düşünmeye yaramıyor!)

Ama en iyisi bilmediğin bir yere gitmek, hiç görmediğin bir mahallede gezinmek. Çözmek istediğiniz bir mesele varsa, böyle yapın. Yeni yerleri böylesi bir ruh haline saklayın. 

PS: Fotoğraftaki bisiklet benim değil. Gerçi bu şehirdekilerin hepsi üç aşağı beş yukarı birbirinin aynı.  

hoşçakal 25



Kıbrıs’ta askerlik yaparken Nisan ayında 40 dereceyi görmüştüm. Değil koşmak, sürünmek, adım atmakta bile zorlanıyorduk. Neyse ki emir geldi de kamuflajın en üst düğmesini açabildik.

Yine Nisan, ama şimdi Amsterdam… Bu defa 25 derece. “Çok soğuk olacak, gün yüzü görmeyeceksiniz” baskısından mı nedir, Kıbrıs kadar sıcak geliyor. Üstelik görünmez bir yerden emir gelmiş olmalı ki, ahali anında kışlıkları kaldırdı; şort, tişört ve parmak arası terlikler kullanıma sokuldu. Evin karşısında, kanal kenarında güneşlenenler var. Çatısız evlerin damları zaten dolu.

Bir de denize girenler var tabii. Buraların Hürriyet’i De Telegraaf manşetinden bayram ediyor mesela. 25 derece. Sonrası malum: Hollandalı güzeller sahillerde sere serpe. Yalnız şaka değil…

Bir haftadır durum buydu. Yarın gidiyormuş bu havalar. Yazık.

amsterdam'da çalınacak ilk bisiklet



Amsterdam, evet, bir bisiklet şehri. Ama aynı zamanda da hırsızlar şehri. Geceleri ortaya çıkıyorlar. Bisikletinizi bağlamayacak kadar üşengeç ya da cahilseniz alıp gidiyorlar. Basitçe bağlamanız da yetmiyor. Zinciri ön tekere dolamanız, arka tekeriyse ayrıca kilitlemeniz gerekiyor. Yoksa gövdeyi bırakıp tekeri alabilirler. Güzel görünüyorsa seleyi, arkadaki çantayı, feneri de…

Vittorio de Sica’nın hüzün verici hırsızları gibi değiller, yaşama tutunmak için çalmıyorlar. Burada ikinci el bisiklet piyasası çok canlı ve çoğunlukla çalıntı bisikletlerden besleniyor. Amsterdam ahalisinin geneli işte bu yüzden dikkat çekecek kadar güzel bisikletlere binmiyor. Güzellerin bu cangılda yaşama şansı çok az. Sokaklarda kırık dökük, zinciri paslı, selesi yırtık, gidonu eğik bisikletler hüküm sürüyor.

İşte bu yüzden yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz bisiklet, sokağa indiği anda, Amsterdam hırsızlarının gözünde bir numaraya yükselecektir. Bu talihsiz ve alımlı güzel, Van Gogh Müzesi dükkânında sergileniyor. Üzerinde ressamın Badem Çiçekleri tablosundan bir kesit var. Rengini de o resimden almış. Ama dedim ya, yazık olacak… İki gün Amsterdam sokakları, üçüncü gün yan sanayi… Parçalarına ayrılmak ve yeniden boyanmak üzere…

Van Gogh'un uygun gördüğü renk üstüne renk olur mu? Olmaz elbette, üstelik dün müzede söz konusu tablonun hikâyesini öğrendikten sonra fikrim daha da pekişti. Van Gogh bu tabloyu, kardeşi ve hamisi Theo’nun oğlunun doğumu şerefine yapmış. Badem çiçekleri, elbette, baharın gelişini simgeliyor. Hele buralarda daha da erken, Şubat başında açtıklarından durum fena halde sembolik (tablo Şubat’ta yapılmış.) Zarif bir hediye. Ne diyeyim, kıyak adammışsın Vincent… Bisikletini çalacak o hırsızları şimdiden esefle kınıyorum.

amsterdam'da pek sidikli bir dükkân




Amsterdam neşeli bir şehir. Güneş yüzünü günler sonra gösterdiğinde daha da neşelendi, hatta zıpırlaştı. Böyle günlerde şapkasından tavşan çıkarıyor. Kanallar üzerinde Totaliter Sanat Galerisi gibi dükkânlar keşfedebiliyorsunuz.

Ama Amsterdam’ın, en uyduruk caddesi Kalverstraat’ta (alışverişe indirgenmiş bir İstiklal Caddesi olarak okuyun) bile bize bir sürpriz hazırlayacağını tahmin etmezdim...

Bir dükkan kapısında temiz beyaz önlüğüyle pek heyecanlı bir abi… Buralardaki adetin tersine çığırtkanlık yapıyor. Sesini de duyuruyor doğrusu; gelip geçen herkes vitrinine bakıyor dükkânın. Ne satıyor peki? Eh, biz de bunu merak etmiştik işte.

Biraz bakınınca mesele aydınlandı. Meğer ki pratik Hollandalılar’dan dünyaya bir hediyeymiş. Tuvalet dükkanı, 2theloo. Temiz, ferah bir mekânda hacet giderme imkânı sağlıyor. Üstüne bir de kola, gazoz, mendil, sakız vs. gibi bir şeyler isterseniz, büfesinde hazır. Üstelik tuvalete girene indirimli. Yok, ben illa da gereksiz bir şey alırım, banyo süsü, süt kupası var mı, diyorsanız, onlar da mevcut. Diyen yok mu sanki? Olmaz mı?

Sonuç: Denedik, iş görüyor. Günahı bir euro. Biraz nette de araştırdım: Amsterdam’dan dünyaya açılacağız diyor mekânın sahipleri. Hazır İstiklâl’in içine ediliyorken, böyle bir konsept İstanbul’da da tutar.

şapkanın içi kadar karanlık


İstanbul gibi aydınlık bir şehirden sonra Amsterdam’da yaşamanın tuhaf yanları var. Sabah sekiz gibi uyandığımızda havanın halen karanlık olmasına alışamadım örneğin. Şafak geç söküyor, akşam erken iniyor burada. Işığın azlığı, İstanbul’dakinden çok farklı bir yaşam dayatıyor.

Civarda bir kafeye çöküp günün ilk gazetesine elimi attığımda, bisikletlerinin üzerinde yaşayan Amsterdam halkı, usul usul dağılan karanlığın içinde, çoktan işlerinin yolunu tutmuş oluyor. Kuzeyin diğer insanları gibi, karanlığa alışkınlar elbette; hatta onunla bir tür barış içindeler.

Onlar nihayet işlerine vardıklarında, günün gazete okumaktan ibaret ilk ayinini kaçırmak istemeyen ben, bir fincan kahve eşliğinde, sonu gelmez hikâyelerin içine dalıp gidiyorum. Üstelik bu işsiz günlerimde, aklıma esen her hikâyeyi didiklemek için bol bol vaktim de var. Öyle yapıyorum. Ama Hollandaca’yla aramız henüz limoni olduğundan, genelde İngilizce gazeteleri tarıyorum. Okudukça, ister istemez yabancı matbuat ile memleket gazetelerini de kıyaslıyorum. Hayıflandığım bir şey var. Bütçe, kalite, tiraj gibi kronik sorunlar bir yana, bizim gazeteler, haberlerde insan unsuruna artık giderek daha az yer açıyormuş gibi geliyor. İstanbul ve Ankara’da işler, yüksek politikadan, endekslerden, rakamlardan ve birtakım renksiz kokusuz beyanlardan ibaret sanki. İnsan, bütün çıplaklığıyla, kendine en fazla, kanlı, dertli, netameli üçüncü sayfalarda yer bulabiliyor.

Karanlık meselesine geri dönelim. Geçenlerde International Herald Tribune’un “karanlığa müdahale” üzerine yayımladığı bir haberi okuyordum. Biliyorsunuz, Britanya, Batı Avrupa’nın geri kalanından farklı bir saat diliminde yaşıyor. Örneğin Almanya ve Fransa’ya göre bir saat (Türkiye’ye göre iki saat) gerideler ve bazı İngiliz politikacıları yıllardır kendilerini kıta Avrupası’yla aynı zaman dilimine hizalamak için uğraşıyor. Bugünlerde bu mesele yeniden gündemde ve kendilerine has bir zaman dilimini yaşamaktan gayet memnun olanların tepkisini çekiyor. Tasarı, sabahtan bir saatin alınıp akşama eklenmesini (ve bu şekilde daha karanlık bir sabah, daha aydınlık bir akşam yaşanmasını) öngörüyor.

İlgili haberde gazeteciler halkın nabzını tutmak için en kuzeye, İskoçya’nın İnverness kasabasına gitmişler. Öyle görünüyor ki, zaman muhafazakârı İskoçlar bu işe toptan karşı. Birçok renkli yorumun yanında, Inverness’te doğup büyüyen bir adamın, beyaz eşya satıcısı 63 yaşındaki Robin MacDonald’ın bir yorumu özellikle dikkatimi çekti. MacDonald çocukluğunu, karanlıkta uyanıp okula gidişini ve yine karanlıkta okuldan dönüşünü hatırlıyor ve karşısındaki gazeteciye şunları söylüyor: “Şapkanın içi kadar karanlıktı hava”

Bu ifadeye bir Turgut Uyar şiirinde de rahatlıkla rast gelebiliriz. Özgün, rafine ve her şeyden önemlisi insanca… Rakamlar, istatistikler bir kenara, bütün mesele bir çırpıda özetleniyor. Sonuçta neden gazete okuyoruz ki? Yüksek siyaseti beylik cümlelerle tartışmak için mi sadece?

Bana gelirsek: Tez elden bir şapka alacağım ve Amsterdam’ın karanlığını onunla ölçmeye başlayacağım.

Fotoğraf: B. Katz (Flickr)

bisikletin mutlulukla bir ilgisi olmalı





Hiç bu kadar karı bir arada görmemiştim. İstanbul’a üç senede yağan kar, Cuma günü Amsterdam’a üç saatte yağdı. Klişe bir ifadeyi kullanmaktan kendimi alamıyorum. Nasıl derler, kanalların üzeri yavaş yavaş “beyaz bir örtüyle” kaplandı.

Şehrin ahalisinden yapabilenler, kar bastırınca işi gücü bırakıp evlerine koşturdu. Burunlarını dışarıya uzatmak istemiyorlar. Uzattıklarında da, bize garip geliyor ama, bisikletlerinden inmiyorlar. Bu karda buzda bisiklet? Ben yürümekte bile zorlanıyorum!

İşin sırrı burada zaten. Algemeen Dagblaad (AD) gazetesi geçen hafta içinde “Hollandalıların boşuna ‘dünyanın en mutlu insanları’ sayılmadığını” yazdı. Bura halkı ulusal mutluluk araştırmalarında hep yüksek skor çıkarıyor. Sebep tüm zamanların “en iyi ikincisi” futbol milli takımı değilse, başka bir şey olmalı. Zaten öyle. AD’de yer alan araştırmaya göre iki teker, bir gidon ve bir sele mutluluğa yetiyor. Bisiklet sürmek insana özgür ve bağımsız hissettiriyor. Üstelik sağlıklı ve ucuz da. Hem, bisiklet kullananlar trafik stresine de katlanmıyor.

Herhalde bu yüzden kardı kıştı demeyip sürüyorlar. Hakkını veriyorlar bisikletin.

Fotoğraflar: Aslıhan Tümer

amsterdam konuşması en güzel felemenkçe


Wim Sonneveld... Yeni Felemenkçe öğretmenim. Ben doğmadan beş sene önce ölmüş ama teknoloji sağolsun bu durum bana öğretmenlik yapmasına engel değil. Youtube'da tesadüfen şarkılarıyla karşılaşmadan önce Hollandalılar'ın konuştuğu dili yani Felemenkçe'yi sert ve pürüzlü bir dil olarak görüyordum. İşitiyordum yani. Ama aynı Felemenkçe bu adamın dilinde kadife kıvamına geliyor.

Sonneveld, Hollandalılar'ın en büyük şarkıcılarından. Esas alanı kabare. Ama şansonlarıyla da çok ünlü. Tertemiz (!) bir Felemenkçe'yle söylüyor şarkılarını (o kadar ki dinlerseniz siz de ne dediğini anladığını zannedebilirsiniz, tabii aranızda bu dili bilen varsa, terbiyesizlik yapmak istemem.)

Neyse onun yönetimi altında (yani şarkılarını ezberleyerek) Zeki Müren-Erol Evgin kırması bir Türkçe konuşur gibi konuşacağım bu dili. Daha pürüzlü lehçeyle konuşanları yakarım. Hem ne diyordu Ziya Gökalp: Amsterdam konuşması en güzel Felemenkçe!

Aşağıdaki videoda Sonnerveld'in şimdiye kadar dinlediğim en güzel şarkılarından biri var: Aan de Amsterdamse Grachten. Yani "Amsterdam'ın kanallarında." Böyle sıcacık, tatlı tatlı akıyor... Gecenin melon şapkasından, mutluluğu arayanlara gelsin!

ay sarayında