kürtçe ölüm anonsları
Muhsin Kızılkaya’nın İletişim Yayınları'ndan çıkan Bir Dil Niye Kanar'ını okuyorum. Bir yandan da “demokratik özerklik” üzerine bir haber yazmaya çalışıyorum. Görünen şu: BDP belediyelerinin her şeye ve herkese inat ilân ettiği “demokratik özerklik” muğlak ifadelerle dolu. Üzerinde uzlaşma zemini üretilebilecek somut itirazlar yok. Tam olarak –siyaseten tam olarak demek istiyorum- neyin talep edildiği net değil. Beri yandan Kızılkaya’nın, Kürtçe’nin Türkiye topraklarındaki eksikli, zahmetli ve hüzünlü serüveninin yaşayan insanlar üzerinden toparladığı anlatısı, hem siyaseten hem de kültürel olarak tam hedefini vuruyor. Kızılkaya siyasetçi değil ama neyi istediğini ve nelerin gerektiğini, her şeyin ötesinde, tıpkı Edip Cansever şiirine selam çakan kitabın ismindeki gibi bir dilin neden kanadığını anlıyorsunuz.
Bir küçük ve hazin örnek. Kızılkaya, Türkçe bilmeyen amcasının ricasını aktarıyor. Amcası, yeğeninin Başbakan Erdoğan’ın demokratik açılım çerçevesinde düzenlediği yazarlar toplantısına katıldığını öğrendikten sonra bu ricayı iletmiş. Dinleyelim:
“Bir daha böyle bir toplantıya katılır veya bir yerlerde Başbakan’la karşılaşırsan, şu ricamızı ilet, ne olursun. Eskiden bizim şehirde biri öldüğünde, şehrin bütün mahallelerinde aynı anda cami hoparlörlerinde adamın kimliği ilân edilir, hangi mahallede öldüğü söylenir, cenazesinin ne zaman, nerede kalkacağı Kürtçe olarak duyurulur, bizler de kalkar bir Fatiha okumak üzere cenazeye giderdik. Ama son yıllarda bu uygulama değişti. Şimdi Türkçe anonslar yapılıyor ve ölünün adı soyadı okunuyor. Biz birbirimizi soyadımızla değil, baba adlarımızla, kabilelerimizle biliriz. Şimdi yapılan anonslar biz bazılarına hiçbir şey ifade etmiyor. Ben duyuyorum ama anlamıyorum, kimin öldüğünü bilmiyorum, benim durumumda olan, Türkçe bilmeyen yüzlerce insan var. Rica et Başbakan’dan; ölülerimizin anonsları bundan sonra Kürtçe de yapılsın!”
Basit ve anlaşılır. Üzerinde kavram bina etmeye gerek kalmayacak kadar gerçek bir ihtiyaç.
Kızılkaya da zaten şöyle devam ediyor:
“Talebi görüyor musunuz? Türkçe bilmeyen Türkiye cumhuriyeti vatandaşı bir Kürt, bir devlet talep etmiyor, bir hükümet, bir parlamento, bir toprak parçası, bir eyalet talep etmiyor. Talep ettiği şey çok basit; ölülerinin ölüm haberini Kürtçe duyma! Duymak ve dudaklarında Allah’ın kelamı bir Fatiha’yla mezarlıklarına koşmak.”
Siyaset de bu dil ve taleplerle yapıldığında ancak, uzlaşma sağlanabilir. Diğerleri bir kenara, BDP’lilerin bile Kızılkaya’yı okumaya muhtaç olduğunu düşünüyorum.
aman kissinger karışmasın
İlgisi sadece Soğuk Savaş, Vietnam ve Ortadoğu’yla sınırlı değilmiş. Mr. Henry Kissinger futbola da meraklıymış meğer. Bunu New York Times’dan Roger Cohen’e telefon edip Güney Afrika’daki Dünya Kupası ve Amerikan tarzı futbol hakkındaki görüşlerini aktarması vesilesiyle öğreniyoruz.
ABD’nin Nobel Barış ödüllü 56. Dışişleri Bakanı Dr. Henry Alfred Kissinger diyor ki:
“İyiye gidiyoruz ama saptayabildiğim bir milli stilimiz halen yok. Daha üretim aşamasındayız; tıpkı uluslararası ilişkileri küresel bazda yönetmeye çalışırken yaptığımız gibi.”
Şunlar da Kissinger’ın incilerinden:
“En güzel topu Brezilya oynar ve İtalya rakiplerinin kalbini kırmada ustalaşmıştır. Almanya’daysa herkes Eric von Falkenhayn’ın 1. Dünya Savaşı’ndaki muazzam kanat hareketlerine benzer şekilde saldırır– ve de savunur.”
Kissinger, uluslararası ilişkiler ile global futbol arasında benzerlikler olduğunu söylüyor. Ama ilk önermesinde yanılıyor. ABD futbol takımının bir tarzı var. Ayaktopunu benim diyen takımın yapamadığı kadar koşarak, yardımlaşarak ve en önemlisi centilmence oynuyorlar. Bu takımın Kissinger gibi bir akıl hocası olmasını istemezsiniz.
kara pelikan
Kaş yapayım derken göz çıkartmak neymiş görmek isterseniz, National Geographic Türkiye’nin bu ayki sayısına göz atın derim. Kapakta Caretta Caretta’lar var. Sağolsunlar, bir de Yeşil Tatil eki vermişler: Doğa dostu evler, oteller, vs… Her şey güzel, tek bir kusur var maalesef; ekin sponsoru bir 4x4 markası: Jeep. Bilen bilir (bilmeyen de bilsin artık), bu 4x4’lerin pek de doğa dostu bir tarafı yoktur. Yokuşta, rampada, offroad’da yaylana yaylana gitmek iyi ama, o jipler galon galon benzini bir yudumda içer de doymaz. Karbon salımını da ona göre siz hesaplayın. Çevrenin rantı güzel, çok satıyor tamam, ama biraz dikkat edin be kardeşim.
Benzin dedik, aynı minval devam edelim. Yukarıda gördüğünüz resimler, Greenpeace’in, Meksika Körfezi’ndeki son çevre felaketinin müsebbibi BP için yeni logo tasarlama çağrısına icabet edenlerden geliyor. Flickr’de birisi “Black Pelican” da diye isim önerisi de yapmış ki, o da gayet uygun düşüyor.
Şu Flickr adresinde tasarımların komplesini bulabilirsiniz.
new york times neyi fazla yazdı?
İki gün önce ayrıntılı haberciliğiyle ünlü Amerikan New York Times Gazetesi’nin (NYT), İsrail’in yardım filosuna saldırısında neyi eksik yazdığını yazmıştım. Bugün de konuya ilişkin sürüp giden haberlerinde neyi fazla yazdıklarına bakalım.
NYT’yi önemsiyorum, çünkü onun yazdıkları Batı’nın liberal anaakım medyasının da aynası. Haberciliğinin tonu meselenin Batı’da nereye gittiğini gösteriyor. Son meselede, ilk gün şokunun ardından barış aktivistlerinin “aslında kim olduğuna” odaklanmaya başladı. İsrail ve Türkiye’nin dışındaki ülkeler –aktivistlerin vatandaşı olduğu ülkeler dahil- işin dışında tutulmuştu. Şimdi neredeyse İsrail bile denklem harici. Op-ed yazarları dışında kimse lafı İsrail’in görev ve sorumluluklarına getirmiyor. Sonsuz imzalı, ayrıntıcı, objektif habercilik makyajının altında hesap –sadece- aktivistlere özellikle de İnsani Yardım Vakfı’na (İHH) kesilmeye başlanıyor.
Coğrafyaya uzak okur, siz ne yazarsanız o kadarını bilir. Mesela aktivistlerin “terörist” olabileceğine dair kuşkular olduğunu yazarsanız, aklında esasen o kalır. NYT’nin küresel edisyonu olan International Herald Tribune’un bugünkü haberinde, artık İsrail’in yapıp ettikleri yok, sadece İHH’nın ve filoyu örgütleyen Free Gaza Movement’ın temellerine iniliyor.
Elde şunlar var: İHH’nın Fatih’teki merkezine cüzdanlarında parayla akın eden türbanlı kadınlar, “İsrail sayesinde artık meşhuruz” diyen İHH yöneticisi Ömer Faruk, “eski kocam Yahudiydi, şimdi bir Filistinli ile evliyim, antisemit olmak için daha iyi bir neden var mı” diye gazeteciyle şakalaşan Free Gaza Movement kurucusu Greta Berlin.
Dünkü NYT’deki garipliklere el atan Columbia Journalism Review’a (CJR) da buradan selam edelim. Güzel yakalamışlar. Şunu diyordu NYT dün: “Kâr amacı gütmeyen özel bir kuruluş olan Israel Project, gazetecilere, IHH’yı radikal İslamcı, anti-Batıcı bir grup olarak resmeden bir link gönderdi. Link, grubun Hamas’la da ilişki içinde olduğunu iddia ediyor.” Falan filan…
Yani? CJR, doğal olarak, şöyle soruyor: Bir link, iddia edebilir mi? Linkteki yazıyı kaleme alan her kimse, iddia eden o değil midir? Peki yazar kim o zaman? Israel Project mi? Başkası mı? Öylesine biri mi? Bunlar neden haberde açıklanmıyor? Okur neden tahmin yapmak zorunda?
Daha da garibi CJR’nin ayrıntıyı yakaladığı haber ile Herald Tribune’un haberi aslında aynı. Ama küresel edisyonda bu parça çıkarılmış.
Neden böyle oluyor? Cevap zor değil: Bir şeyleri fazladan yazmak isterseniz ama malzeme bulamazsanız suyu bulandırmak da iş görür.
new york times neyi eksik yazdı?
New York Times’ın haber yazmada iddialı olduğu malûm. Hiçbir ayrıntıyı atlamak istemezler. Makalelerin bıktırana kadar uzayıp gitmesini göze alıp, içlerine gerekli bütün malzemeyi katarlar. Maddi hata yapmamak için verileri defalarca kontrol eden “fact checker’ları bulunur.
Gazete, adeti olduğu üzere, dünün en sıcak gelişmesi hakkında, İsrail’den, Türkiye’den ve Avrupa’daki diğer merkezlerden katkılarla upuzun makaleler hazırladı. Ama tuhaftır onca imzaya rağmen, bu defa malzemesi eksikti. Haberler İsrail’in filoya saldırısı, başta İstanbul Avrupa’nın çeşitli şehirlerinde yapılan protestolar ve devlet adamlarının meseleyi kınayan bildileriyle doluydu.
Eksik olan neydi peki? Önce Gazze’ye doğru yola çıkan altı gemilik yardım filosuna Türkler’den başka kimlerin katıldığına bakalım: 50 ayrı ülkeden aktivistler, Avrupa Parlamentosu’ndan 15 milletvekili, 1976 Nobel Barış Ödülü sahibi Kuzey İrlandalı Corrigan Maguire, 2. Dünya Savaşı’nda Yahudi Soykırımını bizzat yaşamış 85’lik Hedy Epstein… Bu bilgiler Türkiye basınında yer aldı. Tıpkı iki geminin Yunanistan ve ABD bayrağı taşıdığının, bir gemiye de 2003'te Gazze'de buldozer altında ölen Amerikalı aktivist Rachel Corrie'nin adının verildiğinin yer aldığı gibi.
New York Times’ın haberinde sadece Nobel ödüllü Maguire’dan bahsediliyor. Bir de gemilerde birtakım parlamenterlerin de bulunduğu notu düşülüyor. Konuyla ilgili haberin genel tonu Türkler’in saldırıya uğradığı ve İsrail – Türkiye ilişkilerinin ağır hasar gördüğü kıvamında. Başka bir vurgu yok, diğer ülkeler meseleden uzaklaştırılıyor. Dünyanın geriye kalanındaki okurlar bu “klasik Ortadoğu krizinde” güvenli bir bölgede tutuluyor.
Demek gazete için o gemide dünyanın dört bir tarafından aktivist ve parlamenterlerin olmasının önemi yokmuş. Okurlarının da önemsemeyeceğini düşünüyor herhalde. Krizin profili düşünce, yok saymak daha da kolaylaşır tabii.
kefiyeli meydan
Taksim’in 1 Mayıs kutlamalarına açılmasının tek sonucu işçilerin meydanlarına kavuşması değil. Taksim Meydanı artık her gösterinin 1 numaralı adresi. En başta da İslami referansı olan gösterilerin... İsrail’in Gazze’ye giden yardım filosuna saldırmasından sonra göstericiler adres olarak bir zamanların klasiği Beyazıt Meydanı’na gitmedi. 2009’un dev Gazze mitinginin gerçekleştiği Çağlayan’ı da seçmediler. Senkronize bir şekilde Taksim Meydanı’na geldiler.
Taksim’de çalışmanın bir faydası var; istediğiniz zaman gidip Meydan’da neler olduğuna bakabiliyorsunuz. Meydana çıktığımda göstericiler yeni yeni birikiyordu. Konuşmaların 12’de başlayacağı söyleniyordu ama sloganlar çok önceden atılmaya başlanmıştı. Tekbirler salavatlar derken herkese –bence- tuhaf bir tavır sindi. Kimse ne dozda bir gösteri yapılacağını bilmiyor gibiydi. Lanet mi okunacak, intikam mı istenecek, ne söylenecek? İş günü olmasından meydana en çok kadınlar ve gençler gelmişti. Epey de bir çocuk vardı. Televizyondan belki öyle görünmüyordur ama genelde bir gösteri bütünlüğü de yoktu ortada. Birçok farklı grup kendi meşrebince farklı farklı sloganlar bağırıyordu.
Konuşmalarda şiddeti tasvip etmeyen ama dünyanın tüm Müslümanlar’ına –özellikle de Türkiye’dekilere- dayanışma öneren mesajlar verildi. Ama birçok insan ne söylendiğini anlamaya çalışsa da, miting havası kalmamıştı. Herkes kendi arasında konuşmayı tercih ediyordu.
Saat 3’e doğru meydana topyekûn seslenen konuşmalar sona erdi, gruplar kendi kendilerine hareket etmeye başladı. Heykelde hatıra fotoğrafı çektirenler de vardı; Hamas ve Bin Ladin’in İsrail’i vurması niyetine“Kana kan intikam” diye bağıranlar da.
Bu posttaki fotoğrafların sahibi Newsweek Türkiye’den Metin Under seyyar satıcıların gösteriler biterken “ne güzel devam ediyorsunuz, haydi haydi” diye seslendiğini söylüyor. Aslında epey para kazanmış olmalılar; Filistin bayrağı 5 lira, Filistin puşisi diyerek kefiye niyetine satılan Diyarbakır poşusu 10 lira, hangi akla hizmet satıldığını anlamadığım kovboy şapkaları –birkaç tane talibi de çıktı doğrusu- 15 liraydı.
Fotoğraflar: Metin Under
burkina faso türkiye'ye 12 puan verir mi?
bugün telaşımız çok, ama madem örövizyon günündeyiz, eski blogdan buraya bir transfer yapalım. Aşağıdaki yazı tam bir sene öncesinden geliyor:
Kimsenin Eurovision’la ilgilenmediği koca bir yalan. Hele de bir iddiamız varsa. Bu son yarışma hakkında fikir beyan etmeyen tek bir tanıdığım yok. Kuzeyliler birbirine oy vermeseydi, komşularımızla aramız daha iyi olsaydı, öyle olsaydı böyle olsaydı, hepsi fasa fiso… İşin özü, biz Eurovision için çıldırıyoruz (Habertürk’te Rahşan Gülşan Tuna Kiremitçi’nin “bence kesin Patricia Kaas birinci olur” dediğini okura fitlemiş mesela)
Ben şahsen işin şarkı kısmıyla hiç ilgilenmiyorum. Tek derdim oylama. İstiyorum ki şarkılar hemen bitsin, puanların açıklanması sabaha kadar sürsün. Hatta bütün dünyanın oyladığı bir yarışma olsun; günlerce devam etsin, geyiğin dibine vuralım. Mesela diyelim ki “Afrikalılar hep birbirlerine veriyor; yok Şili’den bize oy çıkmaz abi; Kuzey Kore bakalım Güney Kore’ye kaç puan verecek, falan filan…”
İran ABD’ye yumuşama babında üç puan versin, Venezuela’nın oylarını çıksın Hugo Chavez açıklasın; Çin’in oyları toparlaması çok uzun sürdüğü için en son onlar çıksın piyasaya, oyları belirleyici olsun. Böyle gider…
Ha bir de, madem Kuzeyliler birbirlerine oy veriyor, neden bu ülkeler üç dört yılda bir sonuncu oluyor? Bu da araştırılsın.
recep bey!
Kürsüde sevimli mi sevimli, ama sanki biraz zorla çıkarmışlar gibi duruyor. Biraz Hollywood filmlerindeki gibi, hani gelinin babasıymış da, ‘iki laf da sen et’ diye iteklemişler. Binlerce insan, yüzleri mütebessim ve meraklı, adamın ne diyeceğini bekliyor. Adam ağırbaşlı görünüyor ama durumdan fena halde memnun, başta biraz teklese de sonra coşkuyla işi gevezeliğe bile vuruyor.
Aslında teşbihte hata oldu. Esas gelinin babası, kurultayı evinde televizyondan izledi. Kızının (partinin yani) bir şekilde elinden alınıp, 60’lık bir damada zorla verildiğini düşünüyor olmalı. Ama yaşı epeyce geçkin kızının da damatta gönlü varmış hani. Zaten bütün coğrafyaya dağılmış uzak yakın akrabalar hep gelmiş, küsler barışmış, kız evine 30 yıldır adımını atmayan büyük hala (anladınız tabii kim olduğunu) bile orada. Damat da çaktırmadan azıcık içmiş, yüzü gülüyor, verip veriştiriyor yabancı bir başka damata…
Eğretilemenin bu kadarı beni bile sıktı, siz kusura bakmayın. Sadede geliyorum. Kemal Kılıçdaroğlu genel başkan olacağı gün ilk defa bir kurultayda konuşma yaptı. Biraz tekledi, böylesi topluluklar önünde halen tam hazır olmadığını belli etti (pişecektir tabii), yer yer tempoyu düşürdü, kendisinin meslekten iyi bildiği bir iki konu hariç plan proje sunmadı, söylenebilecek en rahat, alkış garantili kavramları ardı ardına sıraladı ama herhalde CHP tarihine geçecek bir konuşma yaptı. Geçecek diyorum, çünkü sosyal demokrasi mesajı ve vurgusu son 30 yılın en yüksek düzeyine ulaştı, laiklik kelimesi bir kere bile zikredilmedi ve kürsüden inerken taktığı kasket sevimli yüzüne yakıştı (Ama yine de not edelim, Ergenekon, AB ve Kıbrıs konusunda Baykal hamasetine tam gaz devam etti Kılıçdaroğlu)
Ama… Kılıçdaroğlu’nun konuşmasını esas belirleyen, Başbakan’ı süratle karikatürize edip, beş dakikada Recep Bey haline indirgemesiydi. İşte bu halkın diline dolanacaktır. Başka bir eğretilemeyle bitirelim o zaman: Zorlu derbi golle başladı.
aslan sosyal demokratlar top 10
1) CHP 1977 - 41, 38 Bülent Ecevit
2) CHP 1973 - 33 Bülent Ecevit
3) CHP 1965 - 28,65 İsmet İnönü
4) CHP 1969 - 27, 37 İsmet İnönü
5) SHP 1987 - 24, 74. Erdal İnönü
6) DSP 1999 - 22, 17 Bülent Ecevit
7) CHP 2007 - 20, 88 Deniz Baykal
8) SHP 1991 - 20,74 Erdal İnönü
9) CHP 2002 - 19,39 Deniz Baykal
10) DSP 1995 – 14,64 Bülent Ecevit
Rakamlar yüzde üzerinden, kaynak da Wikipedia.
neo chp
Bu hafta dergide Neo CHP’yi yazdım. Yazarken de CHP’ye dair yıllardır okuduğum makalelerin belimi büktüğünü söyleyerek başladım. Evet insan belli bir noktadan sonra CHP’yi ne yazmak ne de konuşmak istiyor. Bugünler yine de bir istisna olabilir. Söz konusu makale için görüştüğüm siyaset bilimciler, değişim ihtimali karşısında her zamankinden biraz daha heyecanlıydı (her zamankini “hiç” olarak düşünün.) Bedri Baykam gibi çözüm üretmeye çalışan siyasilerse hep olduğu gibi heyecanlıydı.
Ama mevcut CHP içinde siyaset yapanlar “sadece” heyecanlıydı. Doğru tarafı seçmek, bir günde kapı dışarı edilmemek, bir şeyler şekillenirken denklem harici kalmamak istiyorlardı. İşte bu yüzden konuşmadılar, beylik laflar dışında gerçek duygularını açıklamadılar, kendilerini korumaya aldılar. Rüzgârın ne yöne estiği artık belli oldu. Şimdi gidip herhangi bir delegeye, milletvekiline vs. sorun; ne kadar uzun zamandır bu değişimi gerçekleştirmeye çalıştıklarını söylerler.
Kılıçdaroğlu şimdi değişimden söz ediyor. Siyasi kumar oynayıp, risk alıp Baykal’ın karşısına çıkmaya cesaret ettiği için bunu söylemeye hakkı da var. Risk almayanları tasfiye etmeyi becerebilecek mi peki? Risk almayanın söyleyecek sözü yoktur, sözü olsa dili yoktur. Eh, böylesi siyaset yapmasa da olur.
genel sekreter
Özeleştiri zamanı. Biz dahil bütün basın, Önder Sav’ı hafife almış görünüyor. Cep telefonunu kapatmayı bile beceremeyen yaşlı adamcağız portresinin üstünde fazla durmuşuz. Adam bir hamleyle CHP’yi çözdü, Baykal’ın olası hamlelerini boşa çıkardı.
İçinde Sav’ın da yer aldığı CHP’deki ileri gelenler grubuna “politbüro” denmesi boşuna değil. Şu an Sav’ın oturduğu genel sekreterlik koltuğu aslen Komünist Parti’de mevcuttu. Bir farkla. Orada genel sekreterlik partinin 1 numarasının makamıydı. Stalin’in Kruşçev’in gelip geçtiği, en son Gorbaçov’un oturduğu koltuk, Soğuk Savaş günlerinde dünyanın yarısını yönetiyordu. Öyle görünüyor ki Sav, CHP’nin yarıdan da fazlasına hakimmiş. Sav’dan Kılıçdaroğlu’na giden destek kurultaya beş gün kala, kendisinin dediği gibi partililerin “köhneleşmiş ezberini” bozdu. Baykal’ı birdenbire pasifize etti.
Şimdi biz ne desek boş! Basın, Baykal’ın istifasını öngöremediği gibi, Sav’ın manevra kabiliyetini de atladı. Başrol verilmesini kimsenin aklının ucundan geçirmediği başaltı oyuncusu intikamını aldı. Parti daha iyi bir yöne gider mi bilinmez, ama o başını yine suyun üstünde tuttu. Kılıçdaroğlu’na destek verdiği görüşmede çekilen fotolara bakın. Neye benziyor? Güçlü bir Osmanlı veziriyle, yıllardır sırasını bekleyen veliaht yan yana. Padişah ise ya hasta ya ‘hal edilmiş’.
Radikal’den Murat Yetkin, Sav’ın kendisinin de içinde yer aldığı o politbüroyu dağıtmaya yemin ettiğini duymuş. Genel sekreter dün gerçekten de önüne gelene kılıcını çekiyordu. Bu salvo kendisini istifaya davet eden Parti Merkez Yürütme Kurulu’na: “Bu zamana kadar demek ki MYK üyesi arkadaşlara ben hiçbir şey öğretememişim, ona üzüldüm. CHP’de Genel Sekreter’i Parti Meclisi seçer. Güçleri yetiyorsa PM’yi toplasınlar, hesaplaşalım” Bu da MYK’dan Yılmaz Ateş’e “Yılmaz Ateş ’in, Önder Sav’ın çapına gelebilmesi için çok fırın ekmek yemesi lazım. Bu telaşın temelinde, yaklaşan kurultayda yok olacaklarını görmeleri yatıyor."
Kendisinden ismiyle bahseden adamdan korkacaksın. Biz bu adamın gücünü gerçekten hafife almışız. Anlaşılan partililer de öyle.
gazeteler şampiyon bursa ikinci
Şampiyon sözcüğünün bugün en çok konuşulanından başka bir kullanımı daha var. Sözcük bir şeyin ateşli destekçisi, savunucusu olmak anlamına da geliyor.
Bugünün gazetelerinde şampiyonluk haberini; “Bursa şampiyon oldu” değil de “Fenerbahçe şampiyon olamadı” tonuyla veren gazeteleri mimleyin.
Onlar, hangi siyasi görüşe sahip olursa olsun,
aslında
- emeğe saygı duymayan
- etkili olduğunu düşündükleri her güce biat eden
- kendilerinden görmediklerine ikinci sınıf insan muamelesi yapan
- kendi gerçeklerini toplumunkilerin önünde tutan
gazetelerdir.
Abartılı olduğunu düşünebilirsiniz, ama maalesef değil. Bugün bu şekilde davranan yazı işlerinin, diğer haberlerde nasıl refleks verdiğini tahmin edebilirsiniz. Şampiyon olunca insanın gözü başka bir şey görmüyor.
chp için detoks zamanı
Deniz Baykal’ın istifasını verdiği saatlerde İngiltere’de seçim kaybeden İşçi Partisi lideri Gordon Brown da parti başkanlığından ayrılma kararını açıklıyordu. Mayıs’ın başındaki seçim sonuçları parti için felaket; Tony Blair’in 1997’de getirdiği iktidar, 13 sene sonra Muhafazakârlar’a geçti. Hesabı ödemesi gereken elbette öncelikle liderdir. Bugün burada da zevkle söylenildiği şekliyle, “gerekeni yaptı” Brown.
Ama Baykal ve CHP’yi esas ilgilendiren, politik yelpazede yakınında durduğu İşçi Partisi değil, 43 yaşındaki David Cameron’la iktidarı devralan Muhafazakâr Parti. CHP’nin hem statükocu kadrolarının, hem de -varsa- yeniliğe açık gençlerinin Muhafazakârlar’ın çileli son 13 yılından öğrenecekleri çok ders var. Birincisi şu: Cameron gökten zembille inmedi. Daha 21 yaşında partinin araştırma departmanında çalışıyordu (böyle bir birim Türkiye’de hiçbir partide yok tabii.) 1997’de ilk defa milletvekilliğine aday gösterildi; kaybetti. Dört yıl sonra Oxfordshire, Witney’deki görece rahat seçim bölgesinde bu emeline ulaştı. 34 yaşında umut vadeden bir gençti ve parti içinde hızla yükseldi. 38’ine geldiğindeyse -2005’te- partinin genel başkanıydı artık. Yani muhafazakârlar partiyi ileri itmesi için yeni nesil bir siyasetçinin kulislerde tozlanıp yaşlanmasına izin vermeden onu başlarına getirmeyi bildiler. Düşünün bugün CHP’de yeni umut diye lanse edilen Kılıçdaroğlu bile 62 yaşında.
Herhalde CHP’den yaklaşık 250 yıl önce kurulmuş bu partide Cameron’dan daha yaşlı (ve statükocu) siyasetçiler de bulunuyordu. Peki onlar nereye gitti? CHP için esas ibret hikâyesi tam da burada. Blair’in partisinden sille üstüne sille yiyen Muhafazakârlar, 1997 hezimetinden sonra 8 yılda 4 defa başkan seçti (William Hague, Iain Duncan Smith, Michael Howard ve nihayet şimdiki başbakan Cameron.) Cameron gelene kadar, hiçbir ekip inandırıcı bulunmadı, sonuçta büyük oranda tasfiye olup gittiler. Bu durum İngiltere’de “parti detoksu” olarak adlandırıldı. 2005’te Cameron başa geçti, kendi ekibini kurdu, bazı eski isimleri tutsa da tasfiyeye devam etti, nihayet iktidara uzandı.
Sözün özü, Baykal bırakırsa, muhtemelen kurultayı kazanan yeni genel başkan da kısa sürede veda edecek, sonraki de ve hatta ondan sonraki de. Belki bugün otuzlarını süren ve umut vadeden bir partili –eğer varsa- CHP’yi nihayet özlediği iktidara taşıyacak. Tabii bunun için bir de seçim kazanması gerek. Esas zor olan da o.
hesap uzmanı
Türkiye’de bir gazetecinin, röportaj yaparken en rahat edeceği isim herhalde Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Her soruyu sükûnetle dinler, hepsine yanıt verir, ‘yanıtı biraz açın’ dersiniz açar, sevmediği bir soru geldiğinde röportajın kalanına yansıtmaz, yanıtlayıp aynı tempoyla devam eder. Velhasıl makul bir siyasetçidir. Peki CHP ölçeğinde bir parti için potansiyel lider midir?
Kılıçdaroğlu’yla bugüne değin iki röportaj yaptım. İlki üç saate yayılan çok uzun bir görüşmeydi, ikincisini Kadir Topbaş’a geçilmesinin hemen ardından İstanbul’daki parti merkezinde yaptık. Sakindi ve yüzü yine gülüyordu. Çevresini saran partililerin gerginliğinden onda eser yoktu. İstanbul’da kaybedilmediğini, tam tersine kazandıklarını (ki bence de öyle) hararetle anlattı ama yaklaşık yarım saat aslında tek bir şeyi konuştuk: Kılıçdaroğlu günün birinde CHP’nin başına geçecek miydi?
Bu soruyu “evet” diye yanıtlayan siyasetçi, Türkiye şartlarında kaybetmeye mahkûmdur. O da evet demedi elbette. Ama ne derse desin, beden dili başka bir şey söylüyordu. Üç ay önce bir otel lobisinde görüştüğümüzde Maliye’den emekli, taze sayılabilecek, hevesli bir siyasetçiydi. Bir ay sonra parti merkezindeyse çevresindekilerin itaatini kabullenmiş, sesi daha yüksek perdeden çıkan ve söylediği her şeye daha sert bir hava katan bir lider adayıydı.
İstanbul’u kazansaydı, tartışamazdık bile, Baykal’dan sonra Kılıçdaroğlu gelecekti. İstanbul, siyasi gücün “olur”larını öğretecekti ona. Ama kaybedip CHP’nin Ankara’daki kulislerine geri döndü. Orada da siyasetteki “olmaz”ları öğreniyor. Her şeye peşinen “hayır” demeye eğilimi artıyor. Haksız da sayılmaz. CHP tarihi erken öten horozlarla dolu. Bugünkü siyasi tartışmalarda hiçbirinin adı geçmiyor. Kılıçdaroğlu da bunu biliyor. Ama bazen bilmek yetmez, açık oynamak gerekir.
Fotoğraf: Şeref Yılmaz / Newsweek Türkiye
deniz baykal'ın bir beatles albümü olarak portresi
Bakmayın şimdi “özel hayata müdahale” diye bağrındıklarına, anaakım medyanın esas derdi Deniz Baykal’ı bir şekilde sepetlemekti. Hem manşetlerden hem de köşelerden “gereğini yaptı” dediler; Kemal Kılıçdaroğlu’nu da yeni lider adayı olarak hemen akla düşürmeyi ihmal etmediler.
Kılıçdaroğlu, Baykal’dan sıkılan medya için bugün potansiyel bestseller. Seçim döneminde içinde onun adı geçen haberler iş yaptı. CHP’nin lideri olunca medyaya da reyting yaptıracağına inanılıyor genel olarak. Ama unutmamalı, Deniz Baykal da esasen tam bir “everseller.” Yani bir Beatles albümü gibi, bir Harry Potter macerası gibi, senelerdir sürekli satıyor (isteyen Türkiye’den bir Erkin Koray albümü, bir de İpek Ongun kitabı ekleyebilir.) Baykal’ın siyasi manevraları uzun vadede medyaya o kadar da sıkıntı vermedi, epey malzeme çıkarttı. Kılıçdaroğlu için özellikle seçim sonrasında dizayn edilen “Gandi Kemal” ifadesinin tutmadığını da hesaba katın. Sözün özü, bugün Baykal’ı “yeni bir soluk” istediği için göndermeye çalışan medya, Kılıçdaroğlu’ndan umduğunu bulamazsa, kısa sürede yeniden görücüye gidebilir.
Beatles albümü felan demişken, Ankara’da zamanın dünyanın geneline nazaran daha ağır aktığı gerçeği de bu son tartışmalarla iyice gün yüzüne çıktı. Siyasetçilerden Ankara gazetecilerine herkes görüntüler için “kaset” tabirini kullanıyor. Cenazesi çoktan kaldırılmış kasetin yaşadığı sanılan son yer herhalde Ankara siyasetidir.
burası neresi
Haberdir ama haberin bir de gazetecisi olması gerekir. Bazı sorular yanıtlanmış olmalıdır. Burası neresi? Bu insanlar kim? Bunlar ne zaman oluyor vs. Biz böyle öğrendik en azından.
Ortada bu videoyu üstlenebilen bir gazeteci yok. Bunu üstlenebilen bir haber merkezi/sitesi bile yok. Garip olan, koca koca bir sürü gazetecinin, hemen o siyasetçiyi arayıp, üzüntülerini bildirmiş olması. Niye ki? Daha da tuhafı, içlerinden hiç birinin – e madem aradınız- “o görüntülerdeki kişi siz misiniz?” diye sormaması. “Üzüldük” diyip kapatmışlar.
Biz etik meseleleri tartıştığımızla kalalım; aslında yukarıdaki en az bir sorunun cevabı var: Burası neresi? Türkiye… Neresi sanmıştın.
hüküm günü
Bugün İngiltere’de seçim günü. Seçim kampanyası yaklaşık bir buçuk ay sürdü ve İngilizler seçimden çok liderlerin karakterleri ve geçmişlerini tartıştı. Türkiye’yi düşününce bu durum çok da garip gelmiyor. Ama bir fark var tabii. İngilizler sınıf meseleleriyle her zaman herkesten daha fazla ilgilenmiştir dolayısıyla en çok tartışılan da liderlerin sınıf mensubiyetleriydi. Tabii ki Marx’a falan referans verilmedi, mesele olabildiğince sulandırılarak tartışıldı. Mevzunun ana izlekleri için aşağıya buyurun:
David Cameron (Muhafazakâr Parti): Kral IV. William’ın soyundan geliyor. Aristokrat sınıftan çocukların gittiği Eton Koleji’ni bitirdi. Elbette ki aileden zengin.
Nick Clegg (Liberal Demokrat Parti): Beyaz Rus bir baronesin torunu, annesi Hollandalı, karısı İspanyol. Eton’un sosyal statü açısından bir kademe altındaki Westminster Koleji’ni bitirdi. Onun ailesi de yükünü epey tutmuştu.
Gordon Brown (İşçi Partisi): Halihazırdaki Başbakan (ki bugün muhtemelen koltuktaki son günü) köken itibariyle sıradan halka en yakın kişi olmakla övünüyor. Babası İskoçya Kilisesi’nde papazdı. Edinburg Üniversitesi’ne gitti ve orada solcu öğrencilerin lideri oldu. Oturduğu en güzel ev, yakında boşaltacağı Downing Sokağı 10 Numara’dakiydi.
gazeteler işçi bayramını nasıl gördüler
Sabah: Mevcut siyasi tavrınız meseleyi önemsemeyi, geleneğiniz de içini boşaltmayı gerektiriyorsa olayı büyük görüp bulabildiğiniz en renkli kadın fotoğrafını, manşetin altına kocaman koyarsınız.
Zaman: Bir tabunun yıkılması adına olayı görmeniz gerektiğini düşünüyorsanız; ama “anarşik”lerle derdiniz de aslen bitmemişse, yazıyı kavga, gerilim gibi kelimelerle doldurup manşetteki fotoğrafın altına yaza yaza “Taksim’deki kutlamaların olaysız geçmesi en çok çevredeki esnafı sevindirdi” diye yazarsınız.
Yeni Şafak: Sizin de 1 Mayıs’la falan pek ilginiz yoktur ama meydanın “Ak Parti” iktidarında işçilere açıldığını vurgulamak elbette önemlidir.
Yeni Asya, Vakit, Milli Gazete: Sizin için böyle bir gün yoktur, hiç olmamıştır, olduysa da kendisine ön sayfada ancak küçücük bir yer bulabilir. Elbette bir “gerginlik” haberi olarak.
Habertürk: Olay sizin için aslen bir yönetim sorunudur; ama gösterilere taş koyan devlet kadar eline taş alan göstericilerin de şimdiye kadar işi bozduğunu söylemek zaruridir. İşçi Bayramı manşet haberinizde ön sayfada sadece Emniyet Müdürü’nü alıntılarsınız.
Taraf: İşçi Bayramının Taksim’de kutlanmasının sizin için bir tabuyu devirmekten öte bir anlamı yoktur.
Cumhuriyet: “Tehlikenin farkında mısınız” türü dolambaçlı işlerden artık siz de yorulmuşsunuzdur. Hem artık yıllardır atmayı istediğiniz manşetin günü de nihayet gelmiştir. “Emekçinin bayramını” gerine gerine, sevine sevine, haz alarak haberleştirirsiniz.
Radikal: Sizin için de güzel ve zevkli bir haberdir, geniş geniş görürsünüz. Ama belki coşkudan, diğer çoğu gazetenin de içine düştüğü kafa karışıklığına kapılıp, 1 Mayıs diye bağrınırken “İşçi Bayramı” demeyi unutursunuz; Taksim’deki kutlamanın en son katliamın yaşandığı 1977’de değil, 1978’de yapıldığını söylemeyi de atlarsınız.
Akşam: Siz gerçekten sürprizli bir gazetesiniz. Kanımca “Taksim’ine bahar gelmiş memleketimin” manşetini neredeyse tüm sayfaya yayarak, bayrama en yakışır ön sayfayı siz hazırladınız. Manşetiniz diğer şaşkınlıklarınızı da örtüyor.
haiku herman
Avrupa Birliği’nin Lizbon Anlaşması’yla belirlenen yeni teşkilâtlanması heyecanla karşılandı ama teşkilâtın başına getirilen isimler çok eleştirildi. Bu senenin başında birliğin başkanlığına Belçika eski Başbakanı Herman van Rompuy, dışişleri bakanlığına da, daha önce AB Komisyonu’nda Ticaret Komiserliği görevini yürüten İngiliz Catherine Ashton seçilmişti. Bilen bilmeyen “düşük profilli” tanımını bu ikilinin üzerinden öğrendi; ikisi de sürekli “koltuğu dolduramamakla” ya da “silik olmakla” suçlandılar. Dün Lady Ashton’un görevi bırakabileceği haberi geldi. Anlaşılan bu eleştirilerden artık sıkılmış.
Van Rompuy da gidicidir bence; ama onu özel kılan yanını atlamayalım. Belçikalı van Rompuy’un arada bir sergilemekten zevk duyduğu bir meziyeti var. AB Başkanı bir haiku şairi; üstelik geçen aydan beri haikularını topladığı bir kitabı da mevcut. O kadar ki Haiku Herman da deniyor kendisine.
Haiku Japonların geliştirdiği bir şiir türü; ortadaki yedi diğerleri beş heceden ibaret üç dizeyle kuruluyor. Kafiye yok. Huffington Post’un söylediğine göre dünyada ancak 4 bin kadar haiku kitabı bulunuyor (biri de Metin Üstündağ’ın yeni çıkardığı Apartman Haikuları olsa gerek.
Peki nasıl yazıyor van Rompuy? İşin piri Japonlar’a bakılırsa pek yetenekli sayılmaz. Soğuk görüntüsünün altında sanki istese birliği dağıtmasına yetecek hırsı olduğundan şüphelendiğim Belçikalı’nın anlaşılan özgüveni de çok yüksek ki, en son tereciye tere satarken görüldü ve geçen hafta Japonya’ya yaptığı bir ziyarette, Başbakan Yukio Hatoyama’nın yanında şu dizeleri döktürdü:
“The sun is rising
sleeping yet in Europe
but still the same sun”
Söylenenleri boşa çıkarmıyor gerçekten, adamın şiiri de düşük profilli. Eh yine de hiç yoktan iyidir.
taraf'ın laubali manşetleri
Muhalif bir gazete olmanın yolu cesaretten geçer. Ama Taraf, görülüyor ki, laubalilik ve küstahlıkla cesareti birbirine karıştırıyor.
PS: Bu arada “paşa” sözcüğü üzerinden yapılan kelime oyunlu manşetlerinden de gına geldi. Yeter ya.
telefonunuza bakmayınız
‘Magic Circus’ için bilet aldım. Dino ile gideceğiz. Bilette bir uyarı notu: Yetişkinlerin, telefonlarına bakmaları yasaktır. Lütfen sana...
-
Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor ...
-
“Güliver kompleksi. Kendini ölçüye vurabilmek. Mağdurluk numarasına yatmadan, mazoşizm şehvetine yaslanmadan gerçek hüviyetini tespit edebil...
-
Devlet para arıyor. Dönüyor dolaşıyor parayı aynı yerden, aynı kişilerden alıyor. Bir hayrım dokunsun, edebiyat tarihinden bir ‘inovasyo...
-
Biz Bağışladığın özgürlüğe yeğdir biçtiğin zından sonsuz güzelleşecek dünya biz kurduğumuz zaman senin verdiğin umudu ...
-
Amsterdam Üniversitesi’nin tam karşısında, Kriterion isimli sinemanın kafesindeyim. Çay, kahve, bira, sandviç ucuz. Genellikle öğrencile...
-
Klişe cümle cuk diye yerine oturuyor: Herman Melville'in ölmez eseri... 'Moby Dick, Beyaz Balina'yı, Ron Howard filmi '...
-
‘Magic Circus’ için bilet aldım. Dino ile gideceğiz. Bilette bir uyarı notu: Yetişkinlerin, telefonlarına bakmaları yasaktır. Lütfen sana...