medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
medya etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

süpermen süpermen olmak lazım bazen


Gazeteciler birbirlerini nasıl görüyor? Digidave kendine iş edinmiş ve şu esprili tabloyu hazırlamış. İyi de yapmış. Gazeteciler birbirini hakikaten böyle görüyor. Tabii, Türkiye'de "data journalist" denilen kategori yok; onu da matbuatta çalışanların hesabına yazmak gerek. Yani süper kahramanlık katsayımız giderek artıyor.

Ve evet, televizyoncular tembel gerçekten.


evet mi, hayır mı, söyle bana nedir senin cevabın?



Anket hazırlamak, gazeteciliğin en sıkıcı işlerinden biri. Daha da sıkıcısı, bir anlam ifade ediyor iddiasıyla bu anketin sonuçlarını yayımlamak. Ne sorarsan sor, ya yeterince oy gelmez, ya da birtakım tarafgir okurlar defalarca oy kullanır. Her şey düzgün yürüdü diyelim, sonuçların kimi temsil ettiğini söyleyebilir misiniz? Kısacası, bir halta yaramaz anketler. Düzelteyim, bir halta yarar: Aylak okurun ilgisini diri tutar. Newsweek Türkiye’de bu hataya düşüyorduk, ileride yine düşeriz, biliyorum.

Anketlere gıcık olan İngiliz tabloid Daily Mail arada bir okurlarına tuzak kuruyor. Yukarıda da tuzaklardan biri var. Çocukların kendi televizyonuna sahip olabilecekleri en küçük yaş ne kadar küçüktür? Evet! Hayır! Cevap verenlerin yüzde 73’ü evet demiş.

Daha güzeli aşağıda. Aklınızla mı güzelliğinizle mi tanınmak istersiniz? Aynı tuzak. Millet yine oyunu kullanmış. Okur da belki dalga geçiyordur demeyin. Sakın! Bir şey biliyoruz da söylüyoruz…

Kaynak: The Media Blog

yılın kapağı



2010 giderayak bir güzel hediye daha bıraktı. Yoğun bir çalışma gününden sonra, gözlerimi ovuştara ovuştura bilgisayar ekranına, Twitter'da akan yazılara bakarken, gördüm. Mediacat'in kurduğu jüri, bizim derginin, Newsweek Türkiye'nin Yeni CHP haberiyle çıkan kapağını "yılın kapağı" seçmiş.

Eh birazcık kendime de pay çıkarıyorum sevinerek. Çok uğraşmıştık. Üstelik de Kemal Kılıçdaroğlu'nun başkan seçildiği olağanüstü kurultayın hemen ertesinde, yani biz kurultay sonucunu henüz bilmiyorken yayımlandığı için riskli de bir kapaktı. Riski aldık, doğru olduğunu düşündüğümüz hikâyeyi yazdık. Yanılmadık.

Biz Newsweek Türkiye'de kapakları olabildiğince elbirliğiyle yapmaya çalışırız. Herkesin fikri önemli ve geçerlidir. Bu kapakta da öyle olmuştur muhakkak. Ama tabii kapağın arkasındaki imzayı selamlamak daha önemli. Bilen biliyor, sektörün en iyi kapakları zaten çoğunluk onun elinden çıkmadır, ama isterim ki siz de bilin. Bu kapak bir Serhat Gürpınar tasarımıdır. Tek başına ona da mal edemeyiz tabii. Kapak, diğer bütün güzelim Newsweek Türkiye kapaklarında olduğu gibi, derginin müthiş görsel ekibinin, İlknur Erkoçak, Çetin Akdeniz, Uğur Boztaş ve Selahattin Koç'un emeğiyle hazırlanmıştır.

Kapak üretme sürecinde dergide olmayı seviyordum. Şimdi o (epey stresli) anları çok özlüyorum. Dergideki herkese selam olsun; mutlu yıllar dostlarım...

Not: Uzun süredir dergi kapakları hakkında bir şeyler yazmayı düşünüyordum zaten, bu vesile olsun. Mediacat'in seçkisinin tamamını gördükten sonra belki bir şeyler daha karalarım.


konuş ama güzel konuş




Radikal fırsat buldukça Savaşma Konuş diyor. İyi, güzel elbette. Ama hep yavan kalıyor. Arada bir zaten ne düşündüğünü bildiğimiz birileri çıkıp aynı fikirde olduğunu söylüyor: "Ben de ‘savaşma konuş’ diyorum.” Sonra Radikal, Facebook’ta oyun oynar gibi, aynısını diyecek 500 bin radikal aradığını duyuruyor. 500 binden çok daha fazlası vardır Türkiye’de. Ne yani gidip Radikal’e kayıt mı yaptırmaları lazım? Hem neden 500 bin?

Yaratıcı ön sayfalar hazırlayan İrlanda gazetesi Irish Examiner’dan daha önce bahsetmiştim. Benzer bir konudaki manşeti, 2005 Eylül’ünden geliyor. O zamanlar IRA, silahlarını araştırma komisyondan saklayınca, Examiner da sinirlenip bu kapağı yapmış. Silahlı figürün fonuna çatışmalarda hayatını kaybeden 3530 kişinin adını yazmışlar. Bugün bu sayfa bir klasik.

Taşlar yerine oturduysa, Radikal de, çocuksu oyunları bırakıp zihinlere kazınacak ön sayfalar yapsın artık. O zaman 500 bin kişiyi belki daha rahat bulur.

yılın en saf ülkesi anketi


Nasıl bu kadar saf olabiliyoruz? Aramızda en akıllı geçinenler bile Time dergisinin yılın insanı anketinin gerçekten o kişiyi belirleyeceğini ve derginin de sayfalarında ona yer vereceğine inanıyor. Gazeteler ve internet siteleri “Tayyip Erdoğan, Lady Gaga’yı ha geçti ha geçecek” diye haber yapıyor. Sonuçta Time bütün dünyaya her yıl bir defa “gel gel” çekiyor, hararet nedense en çok Türkiye’de yükseliyor. Bu liste için, en azından yapım aşamasında başka hiçbir ulusal medyada bu denli haber üretilmiyor.

Nihayetinde bu seneki kapağa Facebook’un kurucusu Mark Zuckerberg çıktı. Sonuca herhangi bir oylamanın etki ettiğini düşünmek için deli olmak gerekir. Time “Yılın insanı Zuckerberg” için tam 23 sayfalık bir dosya hazırlamış. İlgili yazıya özel fotoğraf çekimleri ve üzerinde günlerce uğraşılmış grafikler eşlik ediyor. Muhtemelen David Fincher’ın filmi Social Network hem gişede başarı kazanıp hem de eleştirmenler tarafından beğenilince Time’ın editoryal ekibinin kafasında bir fikir şekillenmiştir. Böyle bir dosya, en azından Türkiye şartlarında, bir aydan kısa bir sürede çıkmaz.

Beş maddelik listedeki diğer isimlerin ikisi için de benzer çaba sarf edilmiş. İkinci Tea Party’ciler ve beşinci Şilili madencilerle ilgili dosyalarda özel çalışma yapmışlar. Örneğin Şilililer’in fotoğrafları gerçekten çok iyi. Ama diğer iki madde sadece yazıya yaslanıyor. Üçüncülüğün layık görüldüğü Julian Assange, Kasım-Aralık’ta yeniden bir çıkış yapmasaydı da listede olurdu. Wikileaks’in kurucusunun bu yaz yayımladığı War Logs bile onu listeye sokmak için tek başına yeterdi. Dördüncü Hamid Karzai’nin ise nasıl bir önem arz ettiğini anlayamadım. Daha doğrusu anladım ama çok sıkıcı buldum. Time, Afganistan Devlet Başkanı'nın savaştaki hayal kırıklığının sembolü olduğunu söylüyor. Demek işler iyiye gitseydi bir komutanı ya da Obama’yı koyacaklardı; sarpa sarınca günah keçisini öne çıkarmışlar. Pöfff!

Peki ya Tayyip Erdoğan’la Lady Gaga? Onlar geçen seneki geniş listedelerdi zaten. Basit değil mi, her sene aynı isimleri yazsalar, kimse yenileri merak etmezdi.

Kısacası, böyle bir liste için Time gibi bir dergi okuruna başvurmaz; aylar öncesinden pişirmeye başlar, zamanı gelince servis eder. Bu yüzden ne boşuna internetin başına oy vermeye koşun ne de koşanlar hakkında yorum yapın. İkisi de aynı şey; Time’ın yıldızını parlatmaktan başka bir işe yaramıyor. Tıpkı bu yazının da yapmak zorunda kaldığı gibi.

lagara lugara

A Day in the Life of Social Media from DBA Worldwide on Vimeo.



Videoda Lady Gaga'nın, Twitter'da ABD Başkanı Obama'dan daha fazla takipçisi olduğu ve tek bir tweet ile New York Times, Wall Street Journal ve USA Today gazetelerinin toplam matbu baskısının ulaştığından daha fazla insana ulaştığı söyleniyor.

Tamam, yeni ilah sosyal medya, anladık. Daha fazla söylemek gereksiz. Ama şunu da bilelim: Bizdeki sosyal medya uzmanları işin sadece "sosyal"inde, "medya"yla ilgilenen yok. Ancak lagara lugara. Gazeteci titrini kullanan sosyal medyacılar için söylüyorum. Hayat size güzel.

guardian'ın uçkur hesabı



Düzeltir, özür dileriz”in bu kadar sersemcesini okumuş muydunuz? Sersemce ama neşeli yine de. Guardian, beraber olduğu kadınların sayısını yanlış hesaplayınca, 1980’lerin efsane grubu Simply Red’in vokalisti Mick Hucknall’ın ve gözünden bir şey kaçmayan cevval okurlarının affına sığınmış. Buyurun, aşağıda:

“Bir redaksiyon hatası sonucu, Simply Red şarkıcısı Mick Hucknall’ın 1980’lerin ortasındaki üç yıllık bir zaman diliminde bini aşkın kadınla yattığını yazdık. Doğrusu bir yılda binden fazla kadınla beraber olduğudur. İlgili haberlerde de geçtiği üzere, Hucknall, o yıllarda, her gün bu tipte ortalama üç ilişki yaşadığını söylüyordu.”

Eskiden bir Julio Iglesias vardı uçkurunun hesabı tutulan; Hucknall onu bile geçmiş. Guardian’ın sersem düzeltmesine de ayrıca alkışlar! Görev bilinci budur.

Bunlar da Guardian’ı hataya sürükleyen ilgili haberler:

Mick Hucknall apologies to thousands of women he slept with

Mick Hucknall: 'I feel a bit like the antichrist'

resim değişiyor



Rüzgâr değişiyor da diyebiliriz. Neyin ne olduğunu anlamaya çalışmakla geçen birkaç günün ardından gelen değişimle, Amerikan merkez medyası dişini göstermeye başladı. ABD bayrağının Assange’ın ağzını kapattığı Time kapağı manidar. İlgili yazı da öyle. Derginin Wikileaks ve Julian Assange hakkındaki kapak konusunu Hillary Clinton yazsaydı, daha iyisini hazırlayamazdı. Time, Massimo Calabresi imzalı yazıda hafiften Assange’ı suçluyor ve üstüne üstlük bir de dalgasını geçiyor. Wikileaks’in ardındaki ismin “şehitlik kompleksi”ne sahip olabileceği söyleniyor, boyundan büyük laflar etmekle itham ediliyor (“Yaptığımız söyleşide bize Amerika’nın kurucu babaları hakkında bir söylev çekti” denmiş mesela)

Time herkes hakkında bu denli tatsız şeyler yazmaz. Belli ki, çorbadaki sinek gibi can sıkmış Assange. Beri yandan medyanın bunu neden yayınladığı tartışmasına girmemişler (ABD’nin en güzel yanı, basının gerekli gördüğü her şeyi yayımlama hakkının Anayasa tarafından düzenlenmiş olması kuşkusuz.) Biraz sisteme kızıyorlar, bu kadar çok gizli belge olmasının yanlışlığını ve bu belgelerin –bu kadar çok oldukları için- korunmasının imkânsızlığını yazıyorlar. Dahası, Time’a göre, ABD Başkanı Obama, zaten tam da bu yanlış sistemin canına okumak üzereydi ve Assange şimdi onun işini zorlaştırdı.

Eh, kimin işi zor değil ki?

wikileaks devler liginde



Aşağıda uzunca bir yazı var. Ağustos ayının ilk haftasında Newsweek Türkiye'de yayımlandı. Wikileaks, epey ses getiren savaş kayıtlarını (warlogs) ortaya döktükten sonra yazmıştım. Bugün tekrar bakmak faydalı olabilir. Yazıda bir Julian Assange ve Wikileaks portresi mevcut ama onun ötesinde bundan sonra biz gazetecilerin nasıl çalışması gerektiği de tartışılıyor. Sonuçta bir siteden alıp alıp manşet döşemek yetmiyor. Peki ne yapacağız? Sabırlıysanız buyurun:

"
Wikileaks devler liginde

Eski hacker Assange bir hareketi tetikledi; medya artık değişmek zorunda.


Onu bir sonraki Harry Potter filminde görecek olsanız şaşırmazdınız. "Karanlık Sanatlara Karşı Savunma" dersi için Hogwarts'a gelen yeni büyücü öğretmen rolünü rahatlıkla oynayabilirdi. Hatta Harry Potter dünyası için pek uygun görünen gizemli adını bile değiştirmezdi. (Soyadı İngilizce'de "saldırmak-assault" ile "tertip etmek-arrange" fiilleri arasında bir yerde tınlıyor.) Üstelik eserin orijinaline uygun bir şekilde, onun karanlık sanatlara karşı mı, onların yanında mı olduğunu da ilk bakışta anlayamazdınız. Devletlerin ve özel şirketlerin sırlarını ifşa eden internet sitesi Wikileaks'in kurucusu ve görünürdeki tek temsilcisi Avustralya vatandaşı Julian Assange işte böyle tuhaf bir adam. Rengi ışığa göre sarıyla gri arasında değişip duran dümdüz saçları, yüzüne dökülerek ona hem yumuşak hem de tekinsiz bir hava katıyor. Yavaş bir tempoda, tane tane ama yine de düzensiz bir şekilde konuşuyor. Sanki sofradan kalkar kalkmaz topluluk önünde bir konuşma yapmaya zorlanmışçasına, sözcükler ağzından hem keyifsizce hem de hazım güçlüğü çekiyormuş gibi dökülüyor. Ama kendinden ve söylediklerinden emin olduğu da aşikâr. Söyledikleri bir kenara, Assange'ın son bir, iki yıldır yayımladığı belgeler dünyanın her tarafında ses getirdi. Wikileaks, ulaştığı -ya da ona ulaşan- kaynaklar, müthiş hızı, her yerde olabilme ve her şeyi birden yayımlayabilme kapasitesiyle, skandalları deşifre eden yeni nesil bir yayın mecrası olma yolunda idmanını tamamladı. Tartışma büyüyor. Bu internet sitesi kimilerine göre kamuyu bilgilendirmenin yeni ve dolaysız yolu, kimilerine göre de sadece bilgi kirliliği yaratan anarşist bir yapı. Her ne olursa olsun soru ortada: Bu tuhaf adam ve yöntemleri gazeteciliğin geleceğini bugünden değiştiriyor mu?

İki hafta önce sorulsaydı, bu soruya "evet" demek kolay olmayacaktı. Ama şu an Ağustos 2010'un başındayız ve bu meslekte en kıdemlilerimiz dahil, hepimiz birkaç gün önce, hayatımızda ilk defa dünyanın büyük yayın organlarının, devletlerin ve orduların gizli saklı işlerine karşı güç birliği yaptığını gördük. Her şey Temmuz'un son haftasında yaşandı. ABD'den New York Times ve İngiltere'den The Guardian gazeteleriyle Almanya'dan Der Spiegel dergisi medya dünyasındaki tüm saygınlık ve güçlerini kullanarak Wikileaks'in onlara sağladığı 92 bin küsur gizli belgeden haberler üretti. 25 Temmuz Pazar günü üç yayın organı da, ayrı ayrı yazdıkları aynı haberle çıktılar. Haberde NATO birliklerinin Afganistan'da yürüttüğü savaşa dair, benzeri görülmemiş detaylı askeri kayıtlar yer alıyordu. Belgeler Assange'ın her zamanki gibi kimliğini açıklamadığı bir askeri yetkili -belki de onlarcası- tarafından Wikileaks'e sızdırılmış, Assange da onları kendisi yayımlamadan evvel bu üç medya devine teklif etmişti. Üçü de teklifi kabul etti; bazen beraberce, bazen sadece kendi ekipleriyle yaklaşık bir ay belgeleri gözden ve elekten geçirdiler, haberi nasıl yazacaklarını tasarladılar ve sonunda kendi meşreplerince yayımladılar. Aynı gün Wikileaks de bütün belgeleri internete koydu.

Bu yayın, kendini güvende hissettiği dört şehir arasında mekik dokuyan, çeşitli devletlerin gizli servisleriyle bazı özel şirketlerin dedektifleri tarafından sürekli takip edildiğini söyleyen eski hacker Assange'ın Wikileaks vasıtasıyla kotardığı ifşaat kariyerindeki zirve noktasıydı. Wikileaks'in daha önce de iyi zamanları olmuştu. 6 gönüllünün tam zamanlı, 1000 civarında şifreleme uzmanının ise yarı zamanlı çalıştığı, ana sunucusu İsveç'te bulunan sitenin bir önceki parlak işi, Bağdat'taki iki Reuters muhabirinin bir Amerikan helikopterinden hedef gözetilerek açılan ateşle öldürüldüğünü belgelemesiydi. Tanzanya'da, Kenya'da hükümetlerin yolsuzluklarını, Guantanamo Körfezi'nde ABD hükümetinin savaş esirlerine yaptığı suiistimalleri ve daha bunlar gibi onlarca olayın belgesini ortaya çıkardılar. Assange, "hükümetler içindeki iyi insanların" onları sürekli beslediğini ve o insanlar var oldukça sitenin de yaşamaya devam edeceğini söylüyor.

Ama şimdiye kadar sızan hiçbir belge bu denli büyük bir kıyamet koparmamıştı. Geçen haftaki yayından hemen sonra hem ilgili devletleri ve o devletlerin ordularını, hem de bütün gazetecilik alemini içine alan bir tartışma başladı. Assange, yayımladığı belgelerin 1970'lerde Vietnam Savaşı'nı deşifre eden Pentagon Papers (Pentagon Belgeleri) kadar önemli olduğunu söylüyordu. Hatta daha da ileri giderek, Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla birlikte Doğu Alman gizli servisi Stasi'nin arşivlerinin açılmasına denk bir vakayla karşı karşıya olduğumuzu da ileri sürdü. Bunlar tutarlı iddialar mı? Eski bir askeri görevli olan Daniel Ellsberg'in sızdırdığı Pentagon dokümanları; Kennedy yönetiminin Güney Vietnam lideri Ngo Dinh Diem'in devrilmesi, ardından gelen Nixon yönetiminin de Kamboçya ve Laos'un bombalanması işinde parmağı olduğunu ifşa ediyordu ve basına yansımaları büyük bir şok dalgası yaratmıştı. Totaliter Doğu Alman devletinin bekçisi ve suikastçisi Stasi'nin arşivleri ise Doğu Alman ulusunun sporcusundan yazarına, devlet başkanından sade vatandaşına, neredeyse fert fert, akla hayale sığmayacak trajediler yaşadığını ortaya koymuştu. Wikileaks belgeleri nasıl anlatılabilir peki? Bunlar Afganistan'da, sahadaki birliklerin tuttuğu savaş kayıtlarından ibaret. Tek tek bir şey açıklamaktan uzaklar. Ama biraraya getirildiklerinde özellikle üç önemli başlık altında toplanabiliyorlar: Afgan savaşındaki sivil ölümleri kamuya yansıyanlardan çok daha fazla, Pakistan gizli servisi (ISI) Taliban'la doğrudan ilişki içinde -Pakistan bunu anında yalanladı- ve ABD ordusu Taliban ve El Kaide liderlerini avlayacak gizli suikast timleri kurdu.

Habere imza atan üç yayın kuruluşunun dışındakiler ve askeri uzmanlar genel olarak "bu belgelerde yeni bir şey yok" yorumunda bulundu. Muhtemelen geride kalmış olmanın da verdiği bir kırgınlıkla, belgelerin değerini düşüren, öne sürdüğü iddiaları önemsizleştiren haberler yaptılar. Örneğin Washington Post'tan Richard Cohen, "ne idüğü belirsiz Wikileaks'in sağladığı muazzam veri çöplüğünün verdiği haber, ortada haber falan olmadığıdır," diyordu. Belgelere ilişkin haberi yayımlayanlardan New York Times bile bu konudaki eleştirilere yer veriyordu.

Kısacası, birçok gazeteci ve askeri uzman, Wikileaks belgelerinin ABD'yi sallayan Pentagon dokümanlarının yanından bile geçemediğini, hatta savaş alanındaki birçok görevliyi hedef haline getirdiğini dillendirdi. Bu dokümanlar eski ve önemsiz mi gerçekten? Savaşta ne olup bittiği hakkında kimseye bir fikir vermiyorlar mı? Gazetecilik açısından esas mesele bu soruların ötesinde ama ona gelmeden evvel, dünya çapındaki bu ifşaatın habercilik açısından iyi iş olduğunu, sıradan halkın öyle uzmanlar gibi Afgan savaşına dair her şeyi bilmediğini, dolayısıyla bilgilendirildiklerinde halen şaşırıp, kızıp, sorgulamaya geçebildiğini savunanlara bakalım. Columbia Journalism Review'a yazan Avustralyalı gazeteci Joel Meares, "son zamanlarda savaşa dair doğru dürüst hiçbir şey yazılıp çizilmediğini; öte yandan ortalama okurun her şeyden haberdar olduğunu düşünüp haber yapmamanın da gazeteciliğin içsel mantığına aykırı" olduğunu söylüyordu. "Belgelerin sağladığı ekstra bilginin işe yaramayacağını düşünmekse zaten gazetecilik fikrinin kendisine aykırıdır."

İyi veya kötü, elimizde artık 90 bini aşkın doküman var. (Assange daha büyük etki yaratacağını söylediği 15 bin dokümanı yedekte bekletiyor.) Bugün hepsini okuyamasak da, gelecekte bunları tek tek incelemeye devam edebileceğiz. Haberin değerini sorgulayan tüm köşe yazarı ve uzmanlar da onlardan yararlanacak. Peki Wikileaks hep yaptığı gibi belgeleri internete yükleyip kulaktan kulağa yayılmalarını beklese başarılı olur muydu? Üç büyük yayın organının haberin sorumluluğunu paylaşması işte bu noktada önem kazanıyor. Bir ölçüde de gazeteciliğin alabileceği yeni şekle ışık tutuyor.

Geçen Haziran ayında Wikileaks belgelerini diğer gazetelerle paylaşma fikrini Assange'ın aklına sokan Guardian'dan Nick Davies, gazeteler devreye girmeseydi, bu belgelerin patlamayacağını söylüyor. "Assange'ın internete ham materyal koyma konusunda sıkıntıları olduğunu biliyorum, ne zaman yeni bir şey yayımlasa, yayın organları 'bunlar üzerinde çalışmayalım, nasıl olsa yapan birileri vardır, haber elimizde patlayabilir' diyerek belgelere eğilmekten kaçıyorlardı. Bizim dahlimiz belgelerin gerçekten okunması olasılığını yükseltti."

New York Times, Guardian ve Spiegel'in varlığı sadece okunurluğu yükseltmekle kalmadı; belgelerin güvenilirliğini de garanti altına aldı. Guardian'ın Londra'daki binasında "sığınak" adını verdikleri bir odaya kapanan onlarca gazeteci ve uzman, alışılmadık güvenlik tedbirleri eşliğinde, bu belgelerin özgün ve tutarlı olup olmadığını anlayabilmek için detaylı çalışmalar yaptı; sahadaki gazetecilerden, ordu mensuplarından ve devletin diğer kayıtlarından yararlanılarak karşılaştırmalar yapıldı. Aynı işlem bir ay boyunca New York'ta ve Berlin'de de sürdü. (New York Times, daha sonra Assange'ın onları korkaklıkla suçlamasına neden olan bir hamle daha yaptı ve belgeleri yayımlamadan önce ABD hükümetinden yetkililere gösterdi; Avrupalıların başvurmadığı bu tutum Times'ın objektifliğini sorgulatsa da, hükümet kanadından itiraz gelmemesi belgelerin gerçek olduğunu da açığa çıkardı.)

Biz bu tip bir duruma alışık değiliz. Son yıllarda genelde Taraf gazetesi aracılığıyla yayımlanan belgeler, Türkiye'de başka türlü bir gündem yaratıyor, Wikileaks belgelerinde hiç gündeme gelmeyen sorular ortaya dökülüyor:

Neden bu gazete, neden şimdi, bu belgeler gerçek mi? Afgan kayıtları vakasında bu üç sorunun kıyısından bile geçilmedi. Herkes belgeleri olduğu gibi kabul edip sadece "değer" ve "etik" üzerinden kalem oynattı. Fark demokrasi kültürünün daha yaygın olmasında değil, daha doyurucu bir gazetecilik yapılmasındaydı. Örneğin, Taraf'ın darbe girişimleri ve Ergenekon yapılanmasına dair iddiaların yer aldığı cesur yayınlarının arkasında araştırmacı gazetecilik eksiği hissediliyordu.

Ama Wikileaks meselesinde sadece güvenilirlikle yetinilmedi, doyuruculuk da esas alındı. Haberi yayımlayan üç gazete arasındaki fark da işte bu noktada gündeme geldi. Guardian'daki gazeteciler, belgeler üzerinde çalışabildikleri bir ay boyunca kendi sıkıntılarını okurlarının yaşamaması için seferber oldu. Temel gaye ille de yeni ve flaş bir haber sunmak değildi; okurlara bu dev malzemeyi nasıl yorumlayıp 92 bin belge içinde yollarını kaybolmadan nasıl bulacaklarını da öğretmek gerekiyordu. İşte bu yüzden ölümlerin, saldırıların, anahtar olayların gün gün verildiği, renk kodlarıyla olayların kahramanlarını ve kurbanlarını birbirinden ayıran muazzam bir interaktif harita hazırlandı. Guardian'ın araştırma editörü David Leigh de, gazetenin habere ilişkin online marifetlerini gösteren bir eğitim videosu üretti. Evladiyelik bir çalışmaydı.

New York Times da zamansal, tarihi ve coğrafi çerçeveleri oturtmak konusunda iyi iş yaptı. Gazete, internet sitesinde, her bilgiyi haritayla desteklerken "Times'a sorun" başlığı altında editör ve muhabirlerini de okurlarla yüzleştirdi. (Bu arada Der Spiegel'in genellikle işin Almanya boyutuyla ilgilendiğini not edelim.)

Çıkarmamız gereken dersler var. Binlerce sayfalık Ergenekon iddianameleri yayımlandığında, bu dergi de dahil hiçbir yayın organı bu tip teknikler kullanmadı. Haritalar, soy ağaçları, grafikler, zaman çizelgeleri hazırlanmadı. Okurun bu belgeleri kendi kendine okuyup bitireceğini mi düşünüyorduk? Sonuçta okurlar da, gazeteciler de belgeleri hakkınca okumadı. Gazetecilerin okumadığını konu hakkında çıkan kitapların bir elin parmaklarını geçmemesinden, yeni haberlerin ortaya dökülmemesinden anlayabiliyoruz.

Ama artık bu devir bitti. Gazetecilik sadece belgeyi yayımlama devri değil. (Bu Wikileaks örneğinde gördüğünüz gibi artık çok kolay, ya biri ya diğeri belgeyi sızdırıyor, birileri yayımlıyor, herkes de aynı anda, aynı rahatlıkla okuyabiliyor.) İş, belgeyi işlemekte, okunabilir kılıp geleceğe devretmekte. Washington Post'un geçen ay kotardığı "Top Secret America" dosyasına bakmanızı öneririm. Gazete, Amerikan'ın çok gizli güvenlik endüstrisinde hangi firmaların, devletin hangi kurumlarının, ne ölçüde, hangi coğrafyada, hangi sıklıkla yer aldığını, diagram ve interaktif haritalar üzerinde karşılaştırmalı bir şekilde anlatıyor; bütün bunları videolar ve analizlerle destekliyor ve bu karmaşık dünyadaki her şeyin anlaşılmaya en azından biraz daha yakın olmasını sağlıyor. Üstelik internetteki gazete ile matbu ürün arasında nasıl bir farklılaşmaya gidilebileceği konusunda bir fikir veriyor. Yeterince basit değil mi? Kağıt üzerinde yapamadığınızı ekran üzerinde yapın. Şimdi anlatmanın yeni yolları da var. "

yıllık iznin bir haftalık bölümü



Temmuz’un son haftasındaki yayını da sayarsak, Wikileaks bu sene dünyanın dört bir yanındaki gazete ve gazetecilere süper kıyak yaptı, diyebiliriz. Bir defa, taş atıp kolunuz yorulmadan manşetiniz çıkıyor, yanılıp mahcup olma tehlikesi de yok. Olay o kadar büyük ki, okunmanız da garanti üstelik.

Az buz değil, neredeyse bütün gazetelerin en az bir haftalık manşeti bu sene Wikileaks’tendi. Herkese yıllık iznin bir bölümünü, patron değil Julian Assange dağıttı yani. Bu işler karşılıklı; o halde aynı patron Wikileaks’e bağışta da bulunsun (malum, Assange’ın çarkı öyle dönüyor.)

Yani Wikileaks hem manşeti hazırlıyor, hem de herkesi masasının başında tutuyor. Yeter mi? Okumalar bitince, gazeteciler parçaları birleştirmeye başlayacak, kendi manşetlerini atacaklar. En azından öyle umalım. Wikileaks’in de biraz tatile ihtiyacı var sonuçta.


Bu arada herkes Ankara kaynaklı belgelere ve Wikileaks’ten gelen tweet’lere abone olmuşken, başka belgeler üzerinde de mesai yapıp manşetini taştan çıkaran Radikal’e tebrikler valla. İlgili haber de işte aşağıda.



elf leyle ve leyle




Hayatı Hollywood’dan takip etmeye alıştığımız için aklımıza gelen ilk soru şu: Bu adamın (Julian Assange’ın yani) ne kadar ömrü kalmıştır? Yaşatmazlar bir şekilde, diyoruz.

Eh, çok daha azı için, CIA, Akbabanın Üç Günü’nde Robert Redford’un burnundan getiriyordu. Yine de Hollywood ölçeğinde düşünmeyelim; Doğu bize daha çok uyar.

Wikileaks’ın eldeki belgelerinin ancak binde birini yayımladığını biliyoruz. Demek ki, nereden baksan bin gece daha belge gazetecisi olacağız. Hem Türkiye saatiyle belgeler geceleri yayımlanıyor. Romantik yaklaşalım, Şehrazat’ın ölümden kurtulmak için hikâye anlatacağı daha bin gece var.

Assange, “dünyaya bir kere geliyoruz” demiş. Bin atımlık barutu olmasaydı, bu kadar rahat olur muydu?

Şehrazat’ın bin bir gecelik becerisini bin yıldır konuşuyoruz, bakalım bu işi daha ne kadar konuşacağız.

Ümmü Gülsüm'ün Binbir Gece'si aşağıda:

bağımlılık bildirisi



Irish Examiner’a, “İrlanda topu dikti” haberlerini okurken rastladım. Memleketleri kan ağlarken Examiner’ın eli armut toplamamış; geçen hafta mükemmel bir ön sayfa hazırlamışlar. İrlanda’nın 1916 tarihli Bağımsızlık Bildirisi’ni bir çırpıda “Bağımlılık Bildirisi’ne çevirerek öfkelerini ortaya koymuşlar. Bildiri’nin orijinali şöyle başlıyor: “İrlandalı erkekler ve kadınlar, Tanrı’nın ve millet olma geleneğinin devşirildiği geçmiş kuşakların adına, İrlanda, bu bildirgeyle, çocuklarını bayrağı altında toplanmaya ve özgürlüğünü ilân etmeye çağırıyor.” Bildirinin yeni versiyonu ise “Allah aşkına bu duruma nasıl düştük”, diye soruyor ve İrlanda’nın çocuklarını, ülkenin ekonomik bağımsızlığının Avrupa Merkez Bankası’ndaki yeni efendiler tarafından defnedilecek cenazesine katılmaya çağırıyor.

Atatürk’ten haberdar olsalardı “ekonomik bağımsızlığını kaybeden bir millet siyasi bağımsızlığını kaybetmiş demektir” cümlesini de habere eklerlerdi muhtemelen. Etkili gazetecilik! Popülist ön sayfa yapmanın da bir adabı var işte.

ters yön



Avrupa'da Portekiz ve İspanya gibi uzak taşra kaleleri düşerken sesleri çıkmıyordu; Yunanistan dümdüz olduğunda da bu kadar feryat etmediler. Neo Haçlı Daily Express (logoya bakın) İrlanda'nın da topu dikmesi üzerine kampanyaya başladı.

Dün İngiltere'nin Avrupa'dan kendini ayırması gerektiğini söylüyor, "Brüksel'in oyuncağı olmayacağız" diye kelime oyunları yapıyorlardı. Bugün destek bulduklarını da söylüyorlar. Yüzde 99. Okur profili çok sağlammış demek. "Ne mozaiki ulan, beton!" ayarında.

Bulvar gazetesi falan ama İngiltere'de bu çapta bir yayın bildiğim kadarıyla ilk defa yapılıyor. Paşa gönülleri bilir. İnsan şunu düşünmeden yapamıyor yine de: Ertuğrul Özkök Bild'de yazıyorsa, Yılmaz Özdil Daily Express'e başyazar olur.

çok uzaklarda, gün ortasında



Gazeteler ölecek mi ölmeyecek diye konuşaduralım, basın hâlâ işe yarıyor. Bu sene Hindistan’da bir haber dergisi, Tehelka, devletin gün ortasında şiddetini belgeleyerek Hindistan IPI’nin (International Press Institute) gazetecilikte mükemmeliyet ödülünü kazandı. Ülkenin kuzeydoğusundaki Manipur eyaletinde, ayrılık yanlısı gruplar yaklaşık 30 yıldır hareket halinde. Tahmin edersiniz, hem devlet hem de halk diken üstünde. Başkent Imphal’ın sokakları sıkıntılı.

Gelelim ödülü hak eden habere. Uzun zamandır bu denli açık şiddet fotoğrafı görmemiştim. Olmadığından değil, çekilemediğinden elbette. 23 Temmuz 2009’da polis, Eyalet Meclisi’nin 500 metre ötesinde, önce kalabalığa ateş açıyor, sonra da eski bir terörist olduğunu düşündükleri genç bir adamı, Chongkham Sanjit’i çevreleyerek, apar topar bir dükkâna sokuyorlar. Bütün bu olaylar sırasında polise hiç karşı koymayan genç adamın ölü bedeni çıkıyor dükkândan.

Oradan geçen birisi yaşananları dakika dakika fotoğraflıyor ve Tehelka’ya veriyor. Polisler o kadar umursamaz ki, fotoğrafçıyla ilgilenmiyorlar bile. Sonuç: Her şeyi apaçık gösteren fotoğraflar, polislerin sonunda yargılanmasını sağlıyor.

Çok uzak, çok alakasız gibi gelebilir. O kadar değil. Birkaç isim sıralayayım: Uğur Kaymaz, Engin Çeber, Festus Okey… Herkes görmüştü. Ne oldu?

Özellikle sondaki fotoğrafların rahatsız edici olduğunu hatırlatırım.
















Haberin tamamı burada

köyümde şenlik var köyümde düğün








Bundan kaçabileceğinizi sanmayın. İngiliz veliaht prensi evleniyor, siz de bundan sonra bütün ayrıntıları satırı satırına okuyacaksınız.

Prens Charles’ın mahdumu William ile orta sınıf aile kızı Kate Middleton dünya evine gireceklerini açıkladı (dünya evi ne demek, halen bilmiyorum, ama yazması havalı oluyor.) Daha fazla ayrıntıya gerek yok, çünkü zaten an gelecek, nişan sizin evin salonunda yapılıyor sanacak kadar ayrıntıya boğulacaksınız. Düğün ise, aman aman, hiç girmeyelim. Bahara, olmadı yaza, o da tamamdır!

Gördüğünüz gibi Lady Di’nin ölümünden sonra aç susuz kalan İngiliz gazeteleri, bugün itibariyle çıldırdı. Ama “Buckingham yanıyor, koş” deseler haber yapmayacak, serinkanlı The Independent’ı ayrı tutuyorum. Bakın, onlar yine İrlanda için dertleniyor. Sanırım, biraz da biz dertlenmeliyiz. Zira krizin domino etkisi oluyor, ama elin düğününün bize faydası yok.

erdoğan'la neşeli günler (feat. medvedev & berlusconi)




İşte özlenen tablo! Seul'deki G-20 zirvesinin ardından yazılan kuru ve renksiz cümlelere inat, Vatan Gazetesi kendi hikâyesini bulmuş. Başrollerde Erdoğan, Medvedev ve Berlusconi... Diğer 17 lider ise hasetinden çatlıyor. Yazı gazetede nasıldı bilmem ama internet sitesinde aynen şöyleydi:

"Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Seul'de düzenlenen G20 zirvesinde Rusya Devlet Başkanı Dimitry Medvedev ile de bir görüşme gerçekleştirdi. Görüşmeyi haber alan İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi de koşarak toplantıya katıldı. Üçlünün kahkahaları toplantı salonunu çınlatırken, diğer dünya liderleri ise bu zirveye özenerek baktı."

Özenerek! Evet Çin'i, ABD'yi, Fransa'yı, İngiltere'yi vs. yönetiyor olabilirsin, ama adama sorarlar, birazcık mizahtan, neşeden, insanlıktan nasibini aldın mı?

Misal Barack Obama, ABD'ye dönünce, insan ilişkilerini şöyle bir gözden geçirmiş, yeni kararlar almıştır herhalde.

Çünkü kıskançlıktan olsa gerek, kendisinde eski neşeli hallerinden eser yok.

İki fotoğrafta inceleyelim:


Aşağıda Obama'yı, önceki mutlu anlarında, keyifli ve kendinden emim bir ruh halinde görüyoruz. Başka bir toplantı. Obama'nın kıskançlığa esir olmadığı güzel günler... Erdoğan ise tabii ki rahat, dünya -liderleri de dahil- umurunda değil, özgüveni yüksek. Beri yandan, Berlusconi'ye dikkat!



Alttaki fotoğrafta ise, son G-2O zirvesinde, yaşanan o malum neşeli anlardan sonra, Obama'nın takipçiliğini görüyoruz. Fotoğrafın sağ alt köşesine bakın, işte oradalar, Obama'yla Erdoğan... ABD başkanı, bir şeyler kapar mıyım diye, halen Erdoğan'ın peşinde. Az zamanda çok işler başarmak istiyorsa, kendisine daha pratik bir şeyi, bu blogdan bir başka sayfayı okumasını öneririm. Buradan buyursun: Erdoğan'la kişisel gelişim.



Günümü aydınlatan Vatan Gazetesi'ne teşekkürler

taraf'tan evet emri


Gecikmeli bir post.

İki gün önceki Taraf gazetesinden gelsin. Bu kadar tuhafı mevcut olmadığı için rötara rağmen yazılmayı hak ediyor.

Mesele şu: Taraf, referandum öncesinde halkı bilgilendirme çabasında (gazetenin sol üst köşesine bakın.) “Evet” in herkes için hayırlı olduğunu, hakim siyasi ortamı değiştireceğini söylüyor. Bunda sorun yok. Bir gazetenin taraf olmasında sorun yok. Bir gazetenin tuttuğu tarafı okurun gözüne sokmasında sorun yok. Bir gazetenin siyasi kampanya yürütmesinde de sorun yok. Kamuoyu böyle oluşur.

Ama kamuoyu oluşturayım derken, böyle hükmeden, yukarıdan bakan bir dil kullanılır mı? “Evet diyeceksiniz!” denir mi? “Evet demelisiniz” bile değil. Evet diyeceksiniz! Birisi size neden evet dediğinizi sorarsa, bakın işte, bunları bunları sıralarsınız!

İşte burada sorun var. Oraya ne yazdıklarının farkında mı Tarafçılar? Askere höt zöt etmek alışkanlık yapmış olmalı ki (misal, aynı sayfadaki "İyi dinle genelkurmay" manşeti) artık okura da posta koyuyorlar.

pamuk bayramı



Manzaradan Parçalar'ın yayımıyla Orhan Pamuk röportajları salvosu da başladı. Öteden beri Pamuk'un medya yönetiminde en başarılı yazar olduğunu düşünürüm. Romanlarının arasına İstanbul, Öteki Renkler, Manzaradan Parçalar gibi "parçalar" koyar; böylece adını gündemden düşürmez. Beri yandan röportaj vermeye de kitaptan önce başlar ki, medya da okur da istim tutsun.

Bu defa yapmadığını düşünmüştüm; çünkü röportajlar kitaptan önce gelmedi. Yanılmışım. Kaya, geçen haftanın edebi gündemini hatırlattı: Kiran Desai. Bir süredir Pamuk'un sevgilisinin seri halde verdiği röportajları okuyorduk.

Arşivi karıştırdım. İki sene önce bugünlerde Masumiyet Müzesi çıkmış. O zaman eski blogda aynı meseleyi anlatmışım. Sıkılmazsanız aşağıda o yazıyla devam edebilirsiniz.

Ama ona geçmeden önce son bir not. Orhan Pamuk çok iyi bir yazar olmasaydı, bütün bu medya hikâyesi gerçekten nahoş bir durum olurdu. Şimdi katlanıyoruz.

Bu arada, İletişim Yayınları'nın kitaba çok yüksek fiyat biçtiğini söylemeliyim. 30 lira fazla. Orhan Pamuk diye bu fiyat belirlendiyse, Dostoyevski'nin 50'den satılması gerekir. (Buraya bir düzeltme gerekiyor, kitabın fiyatı 25 liraymış, ben havaalanında 30 liraya satıldığını gördüğümden tufaya düştüm.)

Her neyse, buyurun iki sene önceye:




"Nihayet Masumiyet Müzesi yayınlandı. Çok sevindiğim için değil 'nihayet' demem. Sıkıldığımdan… Orhan Pamuk’un her yeni kitabında yaşanan törenselliğin eni konu sıkıcı olmasından…

Sanırım her yazarın düşlediği bir tören bu. Ama tabii çok azına kısmet oluyor (söylemeye gerek yok, şairler yanından bile geçemiyor bu düşün). Gazeteler, dergiler, televizyonlar yayına başlıyor. Pamuk’un her gün bir başka demecine rastlıyoruz. Büyük kitabevleri vitrinlerinin tamamını bir tek o kitaba ayırıyor. Tembel okurlar, Orhan Pamuk’un kitaplarına nasıl da başlayıp bir türlü bitiremedikleri yönündeki bildik ahkâmlarını kesiyor. Bir iki hafta içinde ilk ciddi eleştiriler yayımlanmaya başlıyor. Yani herkes işin bir ucundan tutuyor. Peynir ekmek gibi satıyor kitap. Bizim bir Rowling’imiz yok. Edebiyat dünyamızın fuarlar dışındaki, yüksek ihtimalle birçok başaltı yazarı da çatlatan, tek ‘event’i bu.

Haddime düşerse söyleyeyim, Orhan Pamuk bence çok özel ve iyi bir yazar. Ama sanki biraz hesapçı. Türkiye’de kendisinden başka kimsenin zevkine varamadığı bu töreni (belki biraz Murathan Mungan tadıyordur; ama o da nispeten daha çok yazdığı için etkisi azalıyor) daha da uzatmak için elinden geleni yapıyor gibi. Son kitabında bir sonraki romanının adını söylemesiyle başlıyor süreç. Sonra basının kulağına ufak ufak fısıldıyor. Siyasi bir roman diyor, dönem romanı diyor, onu diyor, bunu diyor. Ne yazdığını iyiden iyiye belli ediyor. Bir de şu his var: Pamuk romanı bitirmeden önce roman üzerine demeçlerini bitirmiş gibi geliyor. Hatta röportajlarda hangi ceketi giyeceğini, hangi koltukta oturacağını, nasıl bir poz takınacağını biliyormuş gibi… Bilmem ki, belki de büyük yazar olmak böyle bir şeydir. Yine de çok sıkıcı.

Ama bir şey daha var:

Üç ay önce, sabah saat 6… Ben yarı uyur yarı uyanık saate bakıyorum. Ayılmaya çalışıyorum. Orhan Pamuk ise biliyorum, hep söylediği gibi, o saatte uyanık, Masumiyet Müzesi’ni yazıyor… Ohh diyorum, neyse ki işini yapıyor… Yazıyor… Yazsın ki tören eksiksiz devam etsin. Pamuk bayramı başlasın ve bir an önce bitsin."

haber duvarı



Emre (Ünsallı) daha Nokta günlerimizde “bazı gazeteleri en fazla tuvalet kâğıdı olarak kullanabilirsin, gerçi ona bile değmez ya” derdi. Emre’ye selam ederek şu arkadaşların işlerini aşağıya alıyorum. Tuvalet kâğıdı sevimsiz tabii ama duvar kâğıdı herkes için bir fayda sağlayabilir.






Fotoğrafları şuradan aldım.

bu makale bir basın bültenidir





Akıllı insanın hali başka. Herkes sıkılabilir, herkes ileri geri konuşabilir; birileri fazlasını da yapıyor. Kafasını medyadaki kalitesizliğe takan İngiliz komedyen Tom Scott, gazeteler için korsan etiketler hazırlayıp, bunları Londra metrosunda dağıtılan bedava gazetelerin üzerine bastı.

Tom Scott’un (ve hemen herkesin) derdini uzun uzun anlatmaya gerek yok; sadece etiketlerde yazanlardan bazılarını çevirip buraya alıyorum. Buyurun:

Bu makale Wikipedia’daki kaynağı gösterilmemiş, doğrulanmamış bilgiler kullanılarak yazılmıştır.

Kişiyle ilerideki röportajları garanti altına almak için, önemli sorular sorulmamıştır.

Bu makale esasen bir basın bültenidir, sadece kopyalanıp yapıştırılmıştır.

Bu makaledeki araştırma, istatistik ve denklemlerin sponsorluğu bir PR şirketi tarafından üstlenilmiştir.

Gazeteci yazdığı konuyu anlamamıştır.

Bu makaledeki tıbbi iddialar diğer bilimsel araştırmalarla doğrulatılmamıştır.

Gazeteci kendi fikirlerini “bazılarının iddiasına göre” gibi kalıplarla gizlemektedir.

Teslim tarihine yetiştirmek için, bu makale başka bir haber kaynağından apartılmıştır.

Etiketlerin PDF'ine buradan ulaşabilirsiniz.

oktay opaz

Ben Octavio Paz demiştim; yanlış anlaşılma işte, karşıdaki Oktay Opaz dediğimi sanmış. Öyle de yazmış.  Düzelttik sonra.  Ya Oktay Opaz? Sen...