kanat alıştırmaları

Okulların önünde küçük kuyruklar var. Anneler babalar, elleri çocuklarının elinde öğretmenlerin kapıyı açmasını bekliyor. Az konuşuluyor. Her zamanki cıvıltı yok. Bir iki kıvılcım şimdilik. 
Esnaf habire temizliyor dükkânını. Kapının önüne çıkıyor, tekrar içeri giriyor, yapacak bir iş arıyor kendine. Kafe-restoran sahipleri, kahve vermek için kurdukları minik tezgâhların ardına geçmiş eski kalabalıkları düşünüyor. Özlemle. 

Sokaklarda parklarda, bir göz karşıdan gelende, tedirginlikle ama hak etmişlerin, sabretmişlerin gururuyla yürüyor insanlar. 


İki tanıdık karşılaşınca bir başka tuhaflık… Eller kollar nereye konacak? Bir şaşkınlık. Çok sevilen, özlenen biri evet karşıdaki ama ne yapmalı? Bir iki saniyelik bocalama… Öpüşürken kafaları aynı tarafa eğip çarpışırkenki gibi bir sersemlik… Bir buçuk metre kendini dayatıyor. Hayatlar artık hep bir buçuk metre. 

Trafik ışıklarında, sokak köşelerinde kafalar ayrı karışıyor. Nerede beklenecek, kim nerede duracak, geçiş üstünlüğü kimde? Yaşlılarda mı gençlerde mi çocuklularda mı? Yeni sorular. 

Üzerinde çalışıyoruz bunların. 

Kendimizi geliştiriyoruz. 

Toplum olmayı, beraber yaşamayı hiç bilmemiş gibi acemiyiz. Öğrenmeye çalışıyoruz. Tedirginiz ama sabırsızız da. Aksın hayat, çağlayıp gitsin istiyoruz. Ritmini bulsun. 

Binlerce yıl yaşayıp buraya gelmek ne garip. Şimdi kanatlarımızı alıştırıyoruz tekrar uçmaya. 

burdur soğuğu


Dikkat, askerlik anısı içerir


Acemi birliğim Burdur’daydı. Aralık ayını orada geçirdim. Soğuktu, çok soğuktu da o ay içinde bir dört gün var ki soğukları bana yeniden tarif etmişti. 


Kurban Bayramı, o sene Aralık’taydı. İki hafta askerlik yaptıktan sonra, “Tamam, dört gün tatilsiniz” dediler. Bunalmıştık, yorulmuştuk, sevindik. Hem komutanlar da tatile çıkacak, evlerine gideceklerdi. Serbest kalacaktık. 


Gerçekten de serbest kaldık. Ama hesaplayamadığımız bir şey vardı. Yapacak hiçbir şey kalmamıştı. Sabah altıda yatakhaneden çıkıyor, akşam altıda dönüyorduk. Yemekhane harici, içeriye girmemiz yasaktı. O kadar soğuktu ki… Dört gün boyunca, yemek saati gelsin de ısınalım diye bekleyerek, kışlada dört döndük. Konuştuk, sustuk, sıkıldık, sonra hep sustuk, bekledik. Üşümekle ve ısınmakla uğraştık. 


Bugün şehirde dolaşırken o hisse kapıldım. Yapacak hiçbir şey yok. Girmek isteyeceğim yerler kapalı (Berberlerle alışveriş mekânları açık ama durup dururken de girilmez ki onlara). Hava da epey soğuktu. Amsterdam bugün, Burdur’u hatırlattı bana. 


Yine de saatlerce yürümek iyi geldi. 


Askerli resim Chagall'in.

eli sopalı kadınlar


Dino ve Aslıhan’la akşama doğru yürüyüşe çıkarken görüyoruz onları. Her defasında parktan yeni çıkmış oluyorlar. Sokağın köşesinde vedalaşıp evlerine gidiyorlar. 


Altmışlarında iki kadın. Güleryüzlü, şen şakraklar. Rutinlerine sadıklar. 


Ellerinde birer sopa var. Baston değil, şemsiye değil, sopa. Ucuna çiçekler iliştirmişler sopaların. 


İlkin anlam verememiştik, üzerinde durmamıştık. Zaten tedirgin tedirgin yürümekten, diğer insanlarla aramıza mesafe koymaya çalışmaktan başka bir şey düşünemiyorduk. Bir tek Dino Bey kendi havasında; scooter’la bütün parkı harmanlıyor; bir şey düşündüğü yok. .


Onları ikinci defa gördüğümüzde jeton düştü. Sopalar bir buçuk metre!


Nasıl yani? Yaklaşanı sopayla mı dürtüklüyorlar? Ama ‘niyetimiz de kötü değil’ dercesine mi iliştirmişler çiçekleri? Aklımıza başka bir şey gelmedi. 


İş üzerinde de göremedik ki, ne acayip huylar gelişti, diyeyim. 


Ama iz üstündeyiz. 


PS: Resim, Henri Matisse'in 'kesik'leri.

keşke ekmeği bölüşseydik


Yeni fark ettim. Twitter’daki şu muazzam Quite Interesting hesabı,‘companion’ sözcüğünün kökenini paylaşınca jeton düştü. Tıpkı ‘companion’da olduğu gibi İspanyolca’daki ‘compañero’ sözcüğünün kökeninde de ekmek ve paylaşmak var. İspanyolca’da, demek ki İspanya’da ve Latin Amerika’da (bu arada çeşitli türevleriyle Katalanca ve Portekizce’de de) ekmeğini paylaşanlara, ‘compañero’ deniyor. Yani bildiğimiz ‘yoldaş’. 

Almanlar’da ‘kamerad’, Fransızca’da ‘camarade’, İngilizce’de ‘comrade’. Daha birçok dilde de türevleri… ‘Oda arkadaşları’ demek. İspanyolca ‘camarada’dan türetmişler. Bu arada İspanyol dilinde de ‘camarada’, 'compañero’ ile ortaklaşa kullanılıyor. 

Odayı paylaşanlar… Acaba kardeş gibi mi paylaşıyorlar, ev arkadaşı gibi mi, orasını bulamadım. Bu arada, kardeş de elbette ‘karındaş’dan. Aynı karından olanlar. Annelerinin karnını paylaşanlar. (Japonca ve Çince’de de ‘fikir’ paylaşılıyor; şuradan tüm dillerdeki ‘yoldaş’lara bakabilirsiniz). 

Bizim yoldaş Rusça ‘tavariş’ten. Doğrudan ‘yol arkadaşı’ anlamına geliyor. Wikipedia’ya göre Rusça’daki ‘tavariş’ de zaten eski Uygurca’dan geliyor. Uygurca’dan başlayan çember Türkçe’de tamamlanmış. 

Belki Rusça dolayımına da girmemiştir, doğrudan Uygurca’dan almışızdır ‘yoldaş’ı ama hiç sanmıyorum. 

Şunu söyleyebilirim ama: Keşke almasaydık. 

Keşke ekmeği bölüşseydik. Yoldaş yerine, İspanyolca’daki gibi keşke ‘ekmekdaş’ deseydik, ‘aşdaş’ belki. Yol yerine ekmeği paylaşsaydık. Ekmeği bölüşmek, beraber yürümekten daha iyi geliyor. 

Herkes kendi yoluna gidebiliyor bir süre sonra. Yolu beğenmeyen çıkabiliyor. Başka yollar önerenler çoğalıyor, hiç bitmiyor. Yolu hızlı yürüyenler, yavaş yürüyenler, yorulanlar, sıkılanlar…

Ama ekmeği bölüşmekte fazladan bir fedakârlık var. Fazladan bir kardeşlik. Muhabbet. Bitmeyecek bir bağlılık, bir minnet. Ekmeğin sonu var çünkü, sınırlı. Onu bilerek paylaşmışsın. Yarısına razı olmuşsun. Öteki de doysun diye. 

Her şey dilde başlıyor, dilde bitiyor. Ekmeği paylaşsaydık, aslında her zaman ekmeğimizi paylaştığımızı anlasaydık, Türkiye’de sol daha güçlü olurdu belki, kimbilir… 

Her neyse olan olmuş. O halde: 

Sevgili ekmek arkadaşlarım, ev arkadaşlarım, yol arkadaşlarım… Emek arkadaşlarım… 

1 Mayıs’ınız kutlu olsun. 

pencere önü muharebeleri


İnsanlar sokaklardan çekilince martılar geldi. Öyle efendi efendi de gelmediler. Etrafta çete olarak dolaşıyorlar. 

Pencerenin önünden martıların güvercinleri kovalamasını izliyorum. Birisi bir ağaç dibine, çöpün kenarına ekmek mi bıraktı, cümbüş başlıyor. İlginçtir, martılar yarım dakika avans veriyor güvercinlere, onlar ekmekleri eşelerken, yıldırım gibi iniyorlar. 

İstanbul’daki pencerelerin önünden de bilgiler tarafımıza ulaştı. Martılar bu ara orada da zalimmiş. Doğa bu sonuçta. Öyle suda zıplayan yunuslar gibi davranmıyor her zaman. 

Martıların ilacı kargalar. Onlar çok güzel başa çıkıyor martılarla. Hiç de tınmıyorlar. Taktikleri var, strateji geliştiriyorlar. Sonuçta hep kazançlı çıkıyorlar. Oynuyorlar.

Moda’da iki karganın bir martıyı kovaladığını görmüştüm. Ama yerde. Uçmadan. “Uçmak yok” diye kural mı koymuşlardı artık, bilmiyorum ama o koca gövdeli martı hımbıl hımbıl kaçıyordu.

Yine başladı işte. Güvercinler eşeleniyor. “Alın gidin kardeşim ekmeği, niye oyalanıyorsuz” diyeceğim ama içeride biraz fazla kaldığım aklıma geliyor. 

Görsel, Tom Kristensen'in eseri

kaygusuz abdal menem, fartu furtu bilmenem

Bugünlerde sanki jilet kıtlığı varmış gibi sakalını koyverenler var. 

Biri de benim. Uzadıkça uzadı sakal. Belki de daha önce olmadığı kadar (ikinci defa da olabilir, hatırlamıyorum, geçmiş gün). Hoşuma da gidiyor.

Son günlerde aklımda Kaygusuz Abdal’ın sesi. Sakal uzadıkça, bu sese karşı savaşıyorum. Fakat ne deyiş bu… Ne söyleyiş… İnsanın dans edesi geliyor. 

kaygusuz abdal menem
fartu furtu bilmenem
bir tüyünü koymanam
bu sakalı kırkarım

PS: Kim kimdir, kim nasıl görünürdü bilmem ama Kaygusuz’u webde arayınca hep sakallı bir dede geliyor, bir de bu gördüğünüz çizim. Bu daha uygun sanki. 

ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...