yalnız mum, sis düdüğü ve ayın ruhları - akşam kahvesi okumaları

* Yanmak isteyen bir yalnız mum... Kendini tutuşturmak için bir kibrit kutusundan yardım istiyor. Olayların nasıl geliştiğini daha sonra nasılsa okuyacağız. Danimarka'nın Odense şehrinde, emekli bir tarihçinin bir kutunun dibinde bulunan el yazmalarının Hans Christian Andersen'e ait olduğu tahmin ediliyor. Odense'deki Andersen müzesi yetkililerine göre masal kuvvetle muhtemel yazarın ilk eseri. (Gelişmeleri şu AP haberinden okuyabilirsiniz - İngilizce) Danimarka'nın -bizde bastığı karikatürlerle meşhur olan- Politiken gazetesi haberi elbette manşete çekmiş.

* Aktüel dergisindeki son işim Taraf'ın ilk gününe dairdi. O sırada yazdığım Medyatek köşesi için gitmiş, gazetenin çıkış heyecanına ortak olmuştum. Alev Abi (Er), Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Ümit Kıvanç nasıl da mutlulardı. Altan, "bambaşka bir gazete yapacağız, ilk günden beceremeyeceğiz belki, ama ileride herkes anlayacak" demişti. Güzeldi. İlk zamanlarında ben de severek okudum. Zaten sevdiğim, inandığım insanların yaptığı bir gazeteydi. Derken her şeyin gazı kaçtı. Önce Alev Abi gitti, bir süre sonra Ümit Kıvanç. Bense uzun zamandır Taraf'ı ne benimsiyor, ne yayımladığı haberlerden, ne de kullandığı dilden hazzediyorum. Ayrıntıları hepiniz biliyorsunuz, uzun mesele. Ama özellikle Mirgün Cabas ve Ruşen Çakır'a yönelik akla zarar helikopter düşürme suçlamasını, o koca koca insanların herhangi bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl bağdaştırabildiklerini, nasıl içlerine sindirerek yayımladıklarını halen anlamıyorum. Şimdi de Altan ve Çongar gidiyor. En başından bugüne kadar düşününce: İyi bir gazete olabilirdi, sadece yazık oldu.

Gazetenin sahibi Başar Arslan'ın TR4'ten Hazal Özvarış'a verdiği röportajı hatırlayalım. 

"Altan'la Taraf'taki ilişkinizde bir zaman sınırlamasında bulundunuz mu?
Ahmet Bey zaten bu işleri başkası yapsa çok hoşlanır. O, bu ülkede çocuklar ölmesin, herkesin huzurlu yaşayacağı demokratik bir ortam olsun diye çabalıyor. Diğer Altan ailesi üyeleri de böyle... Bunu başka birileri yapıyor olsa Ahmet Altan, 'Ben burada, bu işin başında olacağım' demez. Gençlere de devredebilir, başkasına da bırakabilir; roman yazmayı tercih eder. Sonuçta bunlar siyasi, sıkıcı konular. Böyle bir şeyi kim ister ki? İnsanlar bu yüzden inanamıyor, yapılan yakıştırmalar da bundan kaynaklanıyor. Ben öyle olmadığını biliyorum."
 
* Tom Waits'i severim. Seveni de severim. Cem Pekdoğru, güzel isimli güzel blog Yazıhane'de üstadın güzelliklerinin üzerinden şöyle bir geçmiş. Bir gazete kesekağıdı olduğunda ne hisseder? (Benzer satırlar bu blogda da vardı, hatırlarsanız)

"Sevdiğiniz sesler? Atların ve trenlerin gelişi. Okulun paydos zilinde çocuklar. Aç kargalar. Orkestranın akort yapması. Eski western'lerdeki bar piyanosu. Lunapark treni. Buzun eriyişi. Matbaa. Transistörlü radyoda maç nakli. Bir apartmanın penceresinden gelen piyano dersi. Traktör. Eski yazarkasalar. Tap dansçıları. Arjantin'deki futbol tribünleri. Kalabalık bir lokantanın mutfağı. Sis düdüğü. Eski filmlerdeki gazete büroları. Fillerin yürüyüşü. Sucuğun kızarması. Boks ringindeki gong. Çince tartışma. Langırt. Kestane fişeği. Zippo çakmak. Traktör. Theremin. Güvercinler. Martılar. Baykuşlar. Kumrular."

* Özellikle spiritüel meselelerle ilgilenenler için, Aycan Aşkım Saroğlu müthiş bir blog yazmaya başladı. İyi gazeteci, iyi insan, iyi bir arkadaştır Aycan. Ayın ruhundan da anlar. soulsofthemoon'a buyurun

Allta son zamanların harika kapaklarından biri. Current

hep klinsmann'ın yüzünden - bir itiraz

Mahir Ünsal Eriş'in 'Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde...' isimli kitabını okudum. Birçok arkadaşım tavsiye etmişti zaten. İyi öyküler... Ben özellikle ilkini beğendim. Ama sırf isminden dolayı bir başka öyküyü, 'Hep Klinsmann'ın Yüzünden'i merak ediyordum. Sabırla, sırası gelene kadar bekledim.

Çünkü bana "bütün dünyadan bir tane futbolcu seç" deseler, Klinsmann derim.

Eriş sağolsun, silkelemiş biraz Klinsmann'ı. Üstüne bir de (yine sempati duyduğum) Rudi Völler'i. Ama öyküsü güzel, bizim de elimiz bağlı, yapacak bir şey yok.

Aslında var. Kendimce itirazımı, altı sene evvel, Almanya'daki Dünya Kupası sırasında (Klinsi Alman takımını yönetiyordu) eski blogda yazdığım şu yazıyla dillendireyim.

Bu arada, söylemeye gerek bile yok, Bangır Bangır Ferdi'yi okuyun. Rakıyla. Sabaha karşı.

***

Alman milli futbol takımını oldum olası sevmem. Genellikle sıkıcı bir futbol oynarlar; saç kesimleri kötüdür, formaları kötüdür, taraftarları kötüdür ama futbolla biraz ilgili herkesin bildiği üzere HEP kazanırlar.

Disiplinli, takır takır işleyen, son ana kadar aynı düzende çalışan bir makine… Almanlar futbol oynuyor! Böyle makineleri de sevmem zaten, disiplini de. 90 Dünya Kupası’nda her tarafta o berbat Alman formaları vardı. Bütün bir millet, onu tişört olarak da giymeyi uygun görmüştük. Peeeehh! Mesela bir Franz Beckenbauer de futbol aleminin en sıkıcı adamıdır herhalde; bugünlerde ne sık rastlıyorum ona. Dortmund’da, Frankfurt’ta, Berlin’de her yerde, her statta aynı manasız bakışlarla sahayı tarıyor. Helikopterle bir oraya bir buraya koşturuyormuş bütün maçları seyretmek için. Biz de onu seyrediyoruz.

Ama bir adam daha var ki, onu her gördüğümde seviniyorum. Jurgen Klinsmann… O hiç sevmediğim Alman takımının sempatik forvetiydi. İyi futbolcuydu, biraz bizim Metin Tekin’e benzetirdim onu futbol oynadığı zamanlarda. Klinsmann nedense, o disiplinli Alman takımına başka bir yerlerden sızıvermiş gibi gelirdi bana. Hem çok iyi bir forvetti, hem de efendi, kendi halinde, sürekli yüzü gülen bir adamdı. Sanki bunlar futbol için çok önemli özelliklermiş gibi, şöyle iyi adamdı böyle güzel adamdı filan feşmekan deyip dururuz ya. İşte Klinsman da o kategoriden bir adamdır.

Şimdi bir zamanlar attığı gollerle dünya kupası şampiyonluğuna taşıdığı milli takımının başında. Kulübede ne zaman onu görsem, Almanya’ya karşı bir sempati duyuyorum. Ayrıca Allahı var, takımına da çok güzel top oynatıyor. Kupa başlayana kadar çok eleştirildi ama çok genç ve güldür güldür hücum eden bir takım kurmuş meğerse. Bu sene Arjantin, ABD ve Avustralya ile birlikte futbolseverlerin yüzünü ağartan bir futbol oynuyorlar (nedense de hepsi A ile başlıyor). Oyunu çirkinleştirmeden ve hep gol atmayı düşünerek.

Ve Klinsmann, Almanya her gol attığında bir yumruğunu havaya kaldırıyor, yanındaki oyunculara sarılıyor. Yüzü aydınlanıyor. Futbol yine Almanların kazandığı bir oyun olmaya devam ediyor ama hiç değilse Beckenbauer’in değil Klinsmann’ın başında olduğu Almanya kazanıyor. 

entelektüel denklik, yaratıcı yazarlık ve talihsiz serüvenler - akşam kahvesi okumaları

Yahu ne iyi röportajlar çıkıyor son günlerde. Bir tanesi de Vatan'dan Mine Şenocaklı'nın. Şenocaklı, Murat Belge ile Muhteşem Yüzyıl tartışmasından yola çıkarak söyleşmiş; çok da iyi cevaplar almış. Ama ben özellikle bir soruya bayıldım. Şenocaklı, Belge'nin daha önce anlattıklarından hareketle Pargalı ile Kanuni arasında Platon'un anlattığı türden entelektüel bir denklik olup olmadığını soruyor. Zekice.


" (...) Bu dizileri, filmleri yapanlar ortalıkta söylenenlerin aksine olumlu bir renge boyuyorlar tarihi kişilikleri aslında. Mesela Kanuni önce Pargalı'yı boğdurttu, o engel ortadan kalkınca da Mustafa'yı boğdurttu. İkisinin arası çok fazla değil. Kanuni'nin Pargalı'yla gençlik ilişkisinin ne olduğu da gayet şüphelidir." 

Bu röportaj için neden Murat Belge'ye başvurulduğunu anlamamıştım. Onu da gayet güzel izah etmiş Şenocaklı. Örneğin Belge'nin 'Osmanlı: Kurumlar ve Kültür' isimli bir kitap yazdığını da bilmiyordum; benim ayıbım olsun.

Sadece diziden bahsetmemiş Belge. Yeni Türkiye'den de konuşmuşlar:

(...) Geçenlerde Deniz Harp Okulu'ndaki törende 'Onları unutmadık' diye tutuklu komutanların fotoğrafları taşınmış, bir şeyler olmuş. Bu iş bitti falan denilebilecek bir durum yok. Umarım böyle bir şey olmaz. Bunu da tabii kimseyi korkutmak için söylemiyorum. Kendim korktuğum için söylüyorum. 'Böyle olursa' diye... Çünkü askeri darbe olursa sağ kalmayacakların başında ben de gelirim sanıyorum. (...) Onlar bir gelirlerse bu şartlarda tam bir temizlik yaparlar, tüm mikropları temizlemeye başlarlar, öyle değil mi? Beni yok etmeleri gayet normal. Ben de olsam yaparım. 

Bu röportajı muhakkak okuyun. Birinci bölüm. 
İkinci bölüm. 

* Zaman zaman benim de yazdığım sabitfikir dergisi bu ayki kapağını yaratıcı yazarlık kurslarına ayırmış. Burcu Arman'ın (beyazkadınçatalldilli) yazısı gayet meraklı. İsabet olmuş. (Şuradan okuyabilirsiniz)

" (...) Cem Akaş, Mesele Dergisi için yazdığı bir makalede bunu 'Ben edebiyatı' olarak isimlendirir. Yalnızca yazarların değil eğitmenlerin de kendilerinden yola çıkarak hazırladıkları egzersizleri eleştirirken şöyle anlatır: '… Daha ironik olanı, sürekli kendini anlatma merakında olan ve sayıları her gün artan insanların, karşılarında sürekli onları merak eden ve sayıları artan insanlar bulacaklarını varsaymaları. Oysa böyle olmuyor; yalnızca yaratıcı yazı mezunları birbirlerinin yazdıklarını okusaydı bile olurdu, ama onlar da okumuyor.' Akaş bu konuda yalnız değil. Barbaros Altuğ da kendini 'her olan bitenin iyi niyetli  bir girişim olduğunu düşünmeyen fena insanlardanım' diye tanımlarken atölyelerin artmasındaki temel nedenin son 15 yılda yazarlığın artık şöhret ve maddi imkânları da getiriyor olmasına bağlıyor."

* Cem Akaş demişken, güzel blogu Şefin Salatası'nda ilkokul önlüğü tartışmalarına bambaşka bir açı getirmiş, atlanmasın. Sanıldığının aksine, ya bu işten zenginler de çekiniyorsa diyor Akaş. (Burada)

* İlüstratöre aşk olsun. Resimlediği çocuk kitabında sevgilisine evlenme teklifinde bulunmuş. Başarılı da olmuş, bravo (Hikâyeye şuradan ulaşabilirsiniz) Üstelik mevzubahis kitap da, kitabın fikri de kapağı da pek güzel (yukarıda görüyorsunuz işte) Edgar Allan Poe sevenleri birleştirmiş, daha ne olsun.

Bugün Oğuz Atay'ın ölüm yıldönümü; aşağıdaki karikatürü Kıvanç Koçak paylaşmış twitter'da. Buraya da aldım, pek güzel.

maaş meseleleri

Biraz sektör bilgisi vereyim. ABD ve Kanada'da dergilerde çalışanlarla gazetecilik öğrencilerini bir araya getiren Ed2010, bir çağrıda bulunmuş ve kimin ne kadar para kazandığını açıklamasını istemiş. İsimler yayımlanmıyor elbette ama gönderilen rakamlar üç aşağı beş yukarı bir fikir veriyor.

Newsweek'te çalışan bir tanıdığım 2008 krizi sonrasında maaşların (en çok da freelancer'ların kazançlarının) önemli ölçüde düştüğünü söylemişti. Doğruymuş (bizim memlekete göre gene de yüksek.) Ben rakamların yalancısıyım; tablo aşağıda. Gazeteci arkadaşlarım, kendi kazandıklarıyla karşılaştırır artık.

Hearst Grubu - Genel Yayın Yönetmeni  (150 bin dolar*)
Time Inc. - Yardımcı Editör  (36 bin dolar)
Conde Nast - Yardımcı Editör ** (38 bin dolar)
Life.com - Yardımcı Editör (30 bin dolar)
Robb Report - Yardımcı Editör (42 bin 700 dolar)
Time Inc. - Dış Muhabir (50 bin dolar)
Manhattan Media gazeteleri - Konular Editörü (30 bin dolar)
Hearst - Freelance Fotoğraf Editörü (150 dolar / gün)
Hearst - Freelance Online Fotoğraf Editörü (20 dolar / saat)
Conde Nast - Web Yapımcısı (28 dolar / saat)
Washingtonian - Stajyer (7.55 / Saat)
Time Inc. - Stajyer (10 dolar / saat)

Bu da yayınevlerinde çalışanlar için gelsin:

Harper Collins - Editör (52 bin dolar)
McGraw Hill - Proje Asistanı (30 bin dolar)

*Rakamlar yıllık
** Dışarıda associate editor ve assistant editor ünvanları bizde pek kullanılmayan yardımcı editör anlamına geliyor (Editörlük payesi bol keseden verilmediğinden)

- Yine Time Inc. ve Hearst'te benzer editör yardımcılığı pozisyonları için 30 binden 50 bine değişen rakamlar verilmiş. Farklı dergiler, farklı görevler.

Tam liste için buraya.

Son not: Özellikle ABD'de internet sitelerinde çalışanlar daha da kötü bir çarktan geçiyor; o da başka bir post'un konusu olsun.

karşılaşmalar - akşam kahvesi okumaları


* Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet'te çok güzel röportajlar yapıyor. Bir Pazartesi serisi; okumadan geçmeyin... Sonuncusu AKP'nin Dış İlişkilerden Sorumlusu Genel Başkan Yardımcısı Ömer Çelik'leydi. Ufak bir not düşeyim: Çelik, Özkartal'ın siyaset bilimci Lipset'i içeren sorusuna "Lipset'i de biliriz Hannah Arendt'i" diye cevap vermiş. Böbürlenmesine hiç gerek yok. "Lipset'i de (Stein) Rokkan'ı da bilirim", deseydi artı puanı yazardım; zira onlar siyaset literatüründe Zeki-Metin gibi bir ikili haline gelmişti. Hem Arendt nere Lipset nere? Neyse, röportaja buradan buyurun. 

* Birazcık rötarla Hürriyet'ten Tolga Tanış'ın röportajı... Tanış Küba'ya gidip, adada Kolombiya hükümetiyle barış görüşmeleri yürüten FARC liderleriyle konuşmuş. Önemli, çünkü gazetelerimiz artık bu tip haberlere para harcamıyor. (Burada okuyabilirsiniz.)

* Semih Kaplanoğlu, benim bugüne kadar en severek okuduğum köşe yazılarını kaleme aldı. Daha sonra İletişim Yayınları'nın kitap olarak da bastığı 'Karşılaşmalar' köşesi efsanedir. Tadımlık bir yazı paylaşayım diye Radikal'in arşivine girmeye çalıştığımda epey dolanmak zorunda kaldım. Gazete sağolsun eskilere ulaşmamızı istemiyor; ama kapıyı da tam kapatmamış; bir aralık bulup sızıyorsun içeri. Bir eski yazıya buyurun. Bisiklet Üzerinde...

"(...) Aynı uçaktaydık ama bisikletleri kiraladığımız yerde tanıştık. Benden çok daha genç. İkimizin de K'ya gitmek için yola çıktığını, mesleklerimizi ve birbirimiz hakkındaki önemsiz bir sürü ayrıntıyı kiralama formlarını dolduran kızın sorularını yanıtlarken öğrendik. Yol boyu hiç konuşmadığımız ama ancak K'ya vardığımızda anlayacağımız bir ayrıntı ikimizi çok daha kuvvetli bir şekilde birbirimize yaklaştıracak..."

* İşte bu da müthiş bir başka hikâye. Semih Kaplanoğlu usülü bir karşılaşma diyelim. Yazıldıktan ancak 71 yıl sonra yayımlanabilen bir köşe yazısı. Washington Post'tan...

Altta, 82 yıl öncesinden çıkagelen bir Vogue kapağı. Harika!


beyaz kedi içeriye, siyahlar dışarıya

Biraz eskilerden bu...

Yeni yeni sökmeye başladığım Hollandacam bugün ilk defa işe yaradı. Sabah tramvay beklerken, karımla aramızda Türkçe konuştuğumuzu gören orta yaşlı bir kadın bize yanaştı ve "Hollandaca biliyor musunuz" diyerek elindeki kâğıt parçasını uzattı. Türkçesi de kırık döküktü biraz: "Temizliklere gidiyorum, ev sahibi geçen hafta bu notu yazıp verdi, kediler hakkında, ne diyor?"

Nota baktım; soru bildiğim yerden gelmişti. "Beyaz kediyi sakın dışarıya bırakma, diğer iki siyah kedi çıkabilir!" Tercüme ettim.

Kadın ferahladı. Sonra "Burada mı oturuyorsunuz" diye sordu neşeyle. "Yeni geldik" dedik. İçten gülen, mavi gözleri vardı. "Ben de Bulgar göçmeniyim" deyip koşturarak gidiverdi.

Bulgar göçmeni... Hollanda'ya yaptığı ikinci göçü olmuş ama esas uzaklığı ilki ölçüyor demek ki.

telegram, çevirmenin çilesi ve otosansür - akşam kahvesi okumaları

* Geçen haftadan kalan bir Ruşen Çakır röportajı. Çakır, Bolu F Tipi Cezaevi'nde tek kişilik hücresinde yıllardır yatan, Türkiye'deki İslamcı düşüncenin liderlerinden Salih Mirzabeyoğlu ile söyleşmiş. İki isim 25 yıl sonra yeniden buluşmuş. Röportajdaki "telegram işkencesi" bölümüne özel dikkat! (Buradan okuyabilirsiniz.)

"(...) 'Değişmemiş' diyorum ama tam bir çileyle geçmiş 14 yılın ondaki insani, duygusal yönü daha fazla ön plana çıkarmış olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Öyle ki, o duygusal atmosferde kendisine şu soruyu sorma cüreti bile gösterebildim: 'Bu süre içinde İslamiyet ile, Allah ile ilişkini yeniden düşündün mü?'"

 * Gazeteci Gülenay Börekçi'nin Egoistokur isimli sitesinden sekiz ay öncesinden gelen bir röportaj. Ben yeni gördüm ve çok sevdim. Börekçi, çevirmen Zeynep Heyzen Ateş ile söyleşiyor. Son olarak muazzam yazar Roberto Bolano'nun 2666'sını İspanyolca'dan Türkçe'ye çeviren Ateş, mesleğin çilesini anlatıyor. Bolano notları da cabası. Muhakkak okuyun. 

" (...) Para ise apayrı bir sorundu. Bir daha bu tür bir işe soyunmakta tereddüt edecek olmamın nedenlerinden biri de budur. Hiçbir yayınevi, size çıkarıp da iki yıllık masrafınızı karşılayacak para vermiyor. Gerçekten gönül verdiğiniz için bu tür projeleri kabul ediyorsunuz. 2666’nın kahrını en çok annem çekti bu anlamda. Otuz yaşında hâlâ anneniz size bakıyorsa artık tutkularınızı gözden geçirmenizin zamanı gelmiş demektir. Bir daha ona bunları yaşatır mıyım, bilmiyorum."

* Kaya Genç, Index On Censorship'in Uncut isimli bloguna memleketteki Muhteşem Yüzyıl tartışmasını yazmış. Görüş aldığı isimlerden yönetmen Ümit Önal "Türkiye'de bir sanatçı otosansür yapmıyorum diyorsa, yalan söylüyordur" diyor. (Buradan okuyun - İngilizce)

* Anglosakson basınının aklınıza gelecek her saygın yayınında işlerini yayımlamış David Cowles'un blogu son günlerin keşfi. Cowles, tumblr'da ünlü figürleri özel ilüstrasyonlar ile anıyor. Aşağıda Sammy Davis Jr ve Jim Morrison.

Üstte de güzel dergi Cultura da Bicicleta'nın kapağı.

ay sarayında