her yolculukta bir on kuruş vardır

Büyüsem asarlar beni, çınar olur ağacım, 
Elmaların gümüşten çekirdekleri olur; 
İstersem ellerini bağlarım, on kuruş alırım, 
On kuruş alırım, yolculuğa çıkarım;
Bütün komşular üzülür buna. 

Asarlar beni belki bir yıldız ağacına
Ay ışır belki cebimdeki kupadan, 
Çünkü her yolculukta bir on kuruş vardır, 
Çünkü şarap içilir, düğme dikilir;
İstersen gece olur, bıçaklar olur, 
Bütün komşular keserler elma. 

Çekilir kepengi denizin, başlar usulca koru
Kahverengi bir gömlek giyerim sana doğru.

Ülkü Tamer - Seni Sevdim, Olur Mu?

kaça kadar açıksınız?

İstanbul. Akşam, saat sekiz civarı… Kitabevinde kasada sıramı bekliyorum. Önümdeki kadın, alışverişi bitmiş cüzdanını çantasına koyarken, gözünden yorgunluk akan kasiyere soruyor: “Pardon, kaçta kapatıyorsunuz?”

“Saat 10’dan önce kapatmazlar” diyorum içinden. Zincir mağaza değil, bağımsız, üstelik de epey iyi bir kitabevi sonuçta. Kasadaki genç daha epey yorulur. 

Bezmiş bir sesle geliyor cevap: “Birde kapatıyoruz.” 

Gece yarısını geçtikten sonra, saat birde… Meyhanelerde çaylar içilip yolluklar alınırken. Şehrin iddialı gece kulüpleri yükünü tutmaya başlarken. Karakollar türlü türlü insanla dolup taşarken. 

Bir küçük kitabevi kepenkleri sonuna kadar açık işine gücüne devam ediyor. 

O saatte işi gücü? Çay, kahve satmak elbette. Çay kahve satmanın bile anlamsız olduğu bir saatte.  

İstanbul gerçeklikle bağını çoktan kesti.

köz çağı

Otel asansöründeyim. Odama çıkıyorum. Komi, “Kahvaltı yukarıda, terasta veriliyor” diyor. “Ama gece de orayı denemenizi öneririm. Üçe kadar açık.” Teras-restoran, bu aralar nedense daha çok sevilen tabirle, bir lounge’a dönüşüyormuş geceleri. İsmini de söylüyor lounge’ın. Yeterince anlamsız ve sevimsiz. Bu piyasada tam da gerektiği gibi. Boğaz’a nazır konumundan öte bir iddiası olmayan otel, selameti belli ki ‘lounge’da görmüş. “Nasıl bir yer bu lounge” diyorum sohbeti devam ettirmek için. “Şahane nargilesi var” diyor komi. “Gidin mutlaka.”

O gece değil ama ertesi sabah kahvaltı için gidiyorum mekâna. Nargile dumanının kahvaltıya sinmiş olacağını tahmin ederek. Havalandırmışlardır, her şeyi hesaba katmışlardır, şu bu… Iııhh. Değil o sabahki kahvaltıya, kahvaltı kavramına bile siner o duman. Kahvaltı ve nargile kafamda birleşmiyor, asla birleşmeyecek. 

Asansörden çıkınca, kendimi tatlı bir açık hava restoranı içinde buluyorum. Dünyanın en güzel manzarasının tadını çıkaran bir restoran. Hayır, nargile kokmuyor etraf. Boğaz havası gerekeni yapmış. Asri zamanların yeni üçlüsünün, ‘Nargile-Instagram-Istanbul’un hatıralarının gecede kalmasını sağlamış.

Orada da kalsın zaten o hatıralar. Bir tuhaf artık İstanbul’un geceleri. Beyoğlu’na çıktığınızda görüyorsunuz, her sokaktan, iç bayıltan rayihasıyla bir duman yükseliyor. Hiç durmadan yanan közler, gelip giden maşalar, şişeler gecenin hararetini arttırıyor. Bu duman, bu koku, bu köz, bu hararet… Bugünleri anlatan bir roman yazıldığında, bunları içinde bulamazsanız, okumayı bırakın. 

İstanbul’un sembolü artık ne Galata ne Kız Kulesi ne de Ayasofya… İstanbul’un sembolü artık koca bir nargile. İçinde yaşadığımız da ‘köz çağı’. “Büyüktür İstanbul, hep küllerinden doğmuştur” deyip dururlar. Ona şüphe yok. Ama bir sonraki uyanışında belli ki közlerinden doğmak zorunda kalacak.



ormandaki ihtiyar

Hiç sosyal medya hesabı kullanmayan, ancak kendi blogunda sessiz sedasız var olan biri, eninde sonunda, ormandaki uzak kulübede yaşayan münzevi ihtiyara dönüşmez mi? Seyrek, çok seyrek de olsa geleni gideni olur. Gelenler ona pek ilişmezler; belki kenara geçer oturur, biraz manzarayı seyreder, kuş cıvıltılarını, rüzgârı dinler, bir iki sohbet açmaya çalışır, sonra gürültüye geri dönerler. 

Matrix’teymişiz gibi. Klişenin dibini görelim, tanıma uyuyorsa mahzuru yok. Hepimiz sanal bir dünyadaymışız gibi. Hakikaten. İnzivaya çekilenlerimiz, kahinlerimiz, yalancılarımız, krallarımız, soytarılarımız, sürekli kendini göstermeye çalışanlarımız… 

Benim hep sevdiğim iki tür insan var. 

İşte, birileri ormana gider, birileri ormana gidenleri arar. Gerçek dünyada böyleydi. Sanalında da böyle. 

hepimiz karanfile eğilimliyiz

İstanbul gecesi… Akaretler Yokuşu’nda bir minik kafedeyim. Çay içip geleni geçeni seyrediyorum. Şaşırtıcı derecede güzel, bir o kadar da dağınık kitabevi Minoa’dan on beş dakika evvel aldığım kitaplara göz atıyorum. 

Gece epey ilerledi ama masalar arasında çocuklar koşuşuyor. Beşiktaş’a inenler, Maçka’ya çıkanlar… Korna sesleri, topuk tıkırtılarını bastırıyor. Evet, bu saatte trafik var. 

İki çaydan sonra kalkmaya niyetleniyorum. El ediyorum garsona. Kaşla göz arasında gidip geliyor, masaya bir kitap bırakıyor. “Bu nedir yahu” demeye kalmadan başka bir masaya seyirtiyor. 

Edip Cansever’in 'Yerçekimli Karanfil’i. Yapı Kredi baskısı. Çok okunmuş belli, yıpranmış. 

Sayfaların arasına tepiştirilmiş bir kâğıt. Adisyon fişi. İki çay için ne kadar ödeyeceğimi söylüyor. Şiirlerin arasında söylüyor bunu. 

Yadırgıyorum. Kim yadırgamaz? Ya da yadırgamaz mı, artık bunları pek bilemiyorum. Belli ki ‘karanfile eğilimli’ bir işletmeci… Sen ben bizim oğlan gibi. Hangimiz karanfile eğilimli değiliz ki?

İki şiir arasına para sıkıştırmak ama… Açmıyor beni. 

Yan masa da hesap istiyor; oraya da ‘Dünyanın En Güzel Arabistanı’ mı gelecek; bakmaya cesaret edemiyorum. Hesabı Cemal Süreya’dan ‘Üstü Kalsın’a denk getirmek falan… Düşünülmüş müdür? Peh! Parayı bırakıyorum, ‘masa da masaymış ha’ diyemeyeceğim masadan kalkıyorum. 

'Nasıl olan Ruhi Bey' gibi karışıyorum İstanbul gecesine.


PS: Adisyonun denk geldiği şiirden değil de kitabın başka bir sayfasından birkaç dize düşeyim şuraya, blog şenlensin. 

Beni seviyorsanız dikkat! köşe başındaki camcıya sorun
O ne derse doğrudur, dalga geçmeyin adamla

Üstelik beni sevmek haşlanmış pirinçleri beyazlatır. Günaydın! Sabahlarınız gibidir beni sevmek, horozun renkleri gibidir Beni sevdiniz mi? yangındır artık parmaklarınız.

radyo dinleyenler, poker masası ve kafası dolu bir kadın

1.
Umberto Eco’dan okudum; ilk zamanlarında radyo tiyatrolarının karanlıkta oturarak dinlenmesi tavsiye edilirmiş. 

2.
Yeni nonfiction kitabı için poker öğrenen Maria Konnikova, 200 bin dolar kazanmış masada. Harikulade bir çaba. Amerikalı nonfiction yazarlarının işini fazla ciddiye aldıklarının da göstergesi. Amerikalı yazar Joshua Foer de (kendisi Jonathan Safran Foer’in kardeşidir) hafıza teknikleri üzerine yazdığı ‘Moonwalking with Einstein’a hazırlanırken, eski şampiyonlardan işin tekniklerini ve inceliklerini öğrenmiş, sonra da kendisi şampiyon olmuştu.

3.
Dino’yla kaldırımda bisiklet sürerken, yanımızdan başının üstünde ağzına kadar dolu, siyah bir çöp torbasıyla bir kadın geçti. Dünyanın en normal şeyiymiş gibi. Elleri de boştu üstelik.  

4.
Gece gece, hiç hesapta yokken ‘Tomboy’ diye bir film izleyip bitirdim. 2011. Céline Sciamma. Usuldan akıyor, hikâyesini sündürmeden anlatıyor, ders vermeye kalkmıyor. Çocuk oyuncuları (şimdi ne yapıyorlardır acaba) kendi naifliklerini katmayı becererek oynamış. ‘Sciamma’nın, filmin her yerine homojen dağıttığı bir üslubu var. Akmadan kokmadan götürüyor filmi. Düşününce, bu özellik o kadar çok işte eksik ki. 

PS: Fotoğraf 'Tomboy'dan. Jeanne Disson ve Zoé Héran


küçük bir istasyonda

Necati Cumalı'dan taşra güzellemesi: 

Tren küçük bir istasyonda 
Durduğu zaman 
Memurun karısı ya da baldızı 
Bana bütün kadınlardan güzel görünür

eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...