sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
sinema etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

yeniden çevrilemeyecek bir film


Dün kült film Breakfast Club'ı izledim. John Hughes filmi. 1985’ten. Stranger Things dizisi ile yeniden arz-ı endam eden, uzun koridorlu, metal dolaplı seksenler Amerikası lise estetiğinin kurulduğu filmlerden biri. (Bu filmde fazladan epey güzel bir kütüphane de var.)

Sahi, o metal dolaplardan bizde hiç olmadı. Belki İstanbul’daki kolejlerde vardı ama biz taşradakiler, dolaplarımıza bir şey saklayamadık! Metal dolabı ancak askerde gördüm ben. Pek de matah bir şey değilmiş.  

Neyse. Film, hepsi bir şekilde Cumartesi günü okulda kalma cezası almış (‘detention’ın bizde karşılığı yok, uzun uzun yazmak zorundasın) beş ergenin o günkü muhabbeti üzerine… Önce birbirlerini itiyorlar, sonra çekiyor, sonra yine itiyorlar. Ama bir şekilde konuşuyorlar; birbirlerini tanıyor, anlıyor, bu arada kendi kimlikleri üzerine de düşünüyorlar. Hakikaten eli yüzü düzgün, derdini -kızların oğlanlara vardığı finali hariç- çok iyi anlatan film.  

Bir de şu: Yeniden çevrimi yapılamayacak bir film. 

Bugün olsa, ergenler gömülür cep telefonlarına; ne birbirleriyle konuşurlar ne de kendi iç seslerini dinlerler. O Cumartesi cezası da başladığı gibi biter. Hiçbir şey yaşanmadan… 

Tabii sade ergenlikle ilgili mesele değil bu. Sosyal medyayla bunca haşır neşir olan hepimizin her günü böyle. Başlıyor, bitiyor. Arada ömür geçiyor. 

radyo dinleyenler, poker masası ve kafası dolu bir kadın

1.
Umberto Eco’dan okudum; ilk zamanlarında radyo tiyatrolarının karanlıkta oturarak dinlenmesi tavsiye edilirmiş. 

2.
Yeni nonfiction kitabı için poker öğrenen Maria Konnikova, 200 bin dolar kazanmış masada. Harikulade bir çaba. Amerikalı nonfiction yazarlarının işini fazla ciddiye aldıklarının da göstergesi. Amerikalı yazar Joshua Foer de (kendisi Jonathan Safran Foer’in kardeşidir) hafıza teknikleri üzerine yazdığı ‘Moonwalking with Einstein’a hazırlanırken, eski şampiyonlardan işin tekniklerini ve inceliklerini öğrenmiş, sonra da kendisi şampiyon olmuştu.

3.
Dino’yla kaldırımda bisiklet sürerken, yanımızdan başının üstünde ağzına kadar dolu, siyah bir çöp torbasıyla bir kadın geçti. Dünyanın en normal şeyiymiş gibi. Elleri de boştu üstelik.  

4.
Gece gece, hiç hesapta yokken ‘Tomboy’ diye bir film izleyip bitirdim. 2011. Céline Sciamma. Usuldan akıyor, hikâyesini sündürmeden anlatıyor, ders vermeye kalkmıyor. Çocuk oyuncuları (şimdi ne yapıyorlardır acaba) kendi naifliklerini katmayı becererek oynamış. ‘Sciamma’nın, filmin her yerine homojen dağıttığı bir üslubu var. Akmadan kokmadan götürüyor filmi. Düşününce, bu özellik o kadar çok işte eksik ki. 

PS: Fotoğraf 'Tomboy'dan. Jeanne Disson ve Zoé Héran


kara komedi etiketi de bizi kurtarmaz

Dün ‘Three Billboards Outside Ebbing, Missouri’yi izledim. Ne şahane bir sinematografi… Ondan da iyi oyunculuklar. Zaten alıp götürdüler oyunculuk Oscarlarını… 

Fakat böyle bir senaryoyla gelen yazarın (senarist ile yönetmen aynı kişi zaten, Martin McDonagh) kuyruğuna teneke bağlamak lazım. Başından sonuna sarkan, inandırıcılıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan, her arızasında oyunculuğun gücüne yaslanan uyduruk bir hikâye. 

Bu tür şeylere genelde pek takılmam ama ‘Three Bilboards’un başarısı beni fena şaşırttı. Hemen herkesin bunca övdüğü bir filmi sonradan seyredince “Ben başka bir şey mi seyrettim” diye düşündüm. 

Bizdeki eleştirmenler de epey övmüş. Bir Türk yönetmen bu filmi çekseydi, eleştirmenler tarafından ona yaşatılacak (ve hak ettiği) ıstırabı hayal edebiliyorum. Filmden bir örnek: Bir polis durup dururken bir binaya dalar, bir kadının yüzünü parçalar, bir başkasını öldüresiye döver, camdan atar, üstlerine karşı gelir ve hakaret ederse, gördüğü tek yaptırım “Rozetini silahını teslim et” olur mu? Buna iyi senaryo diyenler, kusura bakmasın. ‘Kara komedi’ etiketi de kurtarmaz.

**

Film ABD’de geçiyor ama hikâye oraya özel değil, her yerde yaşanabilir. “Yaşanabilir” dedim ama aslında yaşanamaz da… Çünkü bütün kurgu ya tesadüflerle ya da neden olduğunu çok anlayamadığımız keskin dönüşlerle ilerliyor. Yaşanmıyor. 

Peki bize şunu mu söylemek istiyor bu film: Artık kanun yok, gözünüz kesiyor, gücünüz yetiyorsa buyurun mücadeleye… Polisinden dişçisine, din adamından reklamcısına, bundan sonra herkesin yaptığı yanına kâr kalacak. Bir nevi yeni sürüm Vahşi Batı… E kalıyor zaten bugün de. Sadece bir kusur işleyen o kusurun üzerini örtmek için azıcık da olsa çabalıyor. Burada o yok. 

“Biz artık bu noktadayız, hele Trump’un Amerikasında işler böyle yürüyor” mu diyor yoksa film? Eleştirel bir derdi olsaydı, buna da eyvallah ama o da yok. Bana daha çok “Trump’un Amerikasında, post-truth yıllarında Oscar adayı filmler bile artık bu kadar kafadan atma olabilir” diyormuş gibi geldi.

***

Yok yok, bunlar değil. Olsa bile tesadüfi. Filmdeki gibi. 

Biraz daha zorlamak pahasına yazayım. Filmin kendisiyle değil de birazcık bizimle ilgili bir şeyler var çünkü. 

Yönetmen / senarist, hikâye yapısını ve olay örgüsünü hiç umursamayan senaryosuyla bizim güncel bakışımızı dikkate almış gibi. 

Yani şu: Bugünün insanları, sevdikleri benimsedikleri insanın kusurlarını, hatalarını görmezler; tuttukları tarafın falsolarını göz ardı ederler. Adalet tesis edilen yolda, günahlar önemsenmez. 

Ya da şu: Kötü biri, onca suça rağmen, ‘iyilerin’ arasına karışıyorsa bu da tamamdır. Sorun yok. Ne yani, bir polis siyahlara işkence etti, hareketlerini beğenmediği bir adamı pencereden attı diye, bir iyiye yardımı dokunduğu zaman, daha önce yaptığı kötülükleri başına mı kakalım? Adalet, bizde artık biraz da böyle işleyen bir şey. Bizim kampa geliyorsan, önceki günahlarını unuturuz.

Hafızanızı tarayın. Örnekleri hızla bulursunuz. 

Bir de algı eşiğimiz düşük artık. Bir tweet’ten ötekine sıçramaktan yorgunuz. Senaristsen ve hikâyeyi iyi bağlayamadıysan sıkıntı yapma, bir tesadüf uydur, vur geç… Aldırış etmiyoruz artık. Sinema yazarları da etmiyor. Vurucu olsun, havalı olsun ama her şeyden önce dramatik olsun. Daha da iyisi hem dramatik hem komik olsun. Tam da bu filmdeki gibi. 


Korkarak söylüyorum ama işin aslı şu: Biz biraz dağıldık sanırım. 

ozu az önce buradan geçti

Japon yönetmen Yasujiro Ozu, ‘Ohayo’yu (‘Good Morning’ olarak da biliniyor) 1959’da çekmiş.

Ben geçen hafta izledim. 59 yıl sonra. Ozu az önce şapkasını almış, şuradan geçmiş gibiydi. 

İçinize bazen piyangodan çıkmış gibi bir serinlik gelir, bir eski iyiliği hatırlayıp gülersiniz, birisi ıslıkla sizin çok sevip unuttuğunuz bir şarkıyı çalar… Öyle tanıdık bildik bir film. 

Nereden biliyorum ben bu güzelliği? Bir tahminim var. ‘Ohayo’da senaryonun üstünden Haldun Taner geçmiş sanki. Ozu'nun filminden beş sene önce (1954) kaleme aldığı ‘Ayışığında Çalışkur’u “Bir de böyle yazayım” demiş gibi… Bu tatlı rüzgâr belki ondan geliyordur. 

Ohayo’yu seyredin muhakkak, e mi?


Haldun Taner’i de ihmal etmeyin. 

han solo'lu galaksi rehberi

‘The Last Jedi’ beni sarmadı. Ben bir Star Wars fanı değilim. Ama tüm filmleri ikişer üçer defa seyrettim. Çok bildik bir hikâyedir; sevdiğim bir hikayedir. Büyüyen bir çocuk, ona dar gelen bir dünya; sınırsız macera vaadi… Filmleri her seyrettiğimde, her ne kadar çok çok uzak bir galakside yaşanıyor da olsa her şey, kendi bahçeme girmiş gibi olurum. 

Ama iyiyle kötünün amansız mücadelesi yorar beni. Her iki tarafın hikâyesi de yorar. Frodo’nun, Harry Potter’ın, Luke Skywalker’ın, Sauron’un, Voldemort’un, Darth Vader’ın hikâyesi yorar. O didaktizm, o kestirilebilirlik yorar. 

Han Solo burada devreye girer. Kimseyi takmaz Solo, kendi işine bakar, illa tercih edecekse iyiyi tercih eder ama kendi kurallarını koyarak. Gezer tozar; Millenium Falcon’u ve yoldaşı Chewbacca ile en ücra gezegenlere de uğrar, işlek yıldız otobanlarından da geçer. Akla hayale gelmeyecek yaratıkların bulunduğu yerlerde takılır. Sayesinde biz de, dolaysız yoldan evreni öğreniriz. Çabasız şıktır Han Solo. Hafiftir hikâyesi, sabun köpüğüdür, eğlencelidir. Beri yandan, gerçektir. 

Yedinci film 'The Force Awakens'ta, Solo ve Chewbacca yıllar sonra Millenium Falcon'a girmiş, Harrison Ford'un ağzından "We're home" lafı dökülürken benim de gözlerim dolmuştu. 

Son filmde artık Solo yok. Yerine kimseyi de koymamışlar. Kankası Chewbacca da ‘solo’ takılıyor. Hiçbir yeri de gezmiyorlar artık. Hanlara girmiyorlar, pazarlık yapmıyorlar, kötü yaratıklara bulaşmıyor, hesabı ödemeden kaçmıyorlar. 

E ne yapayım ben sade iyiyle kötünün mücadelesini? O kadarını her gün yaşıyoruz zaten.

insan bu dünyada ne kadar kaybolabilir?

Biraz gecikmeli bir post olacak ama dursun burada. Oyuncu Harry Dean Stanton 15 Eylül’de öldü. En sevdiğim filmler kare asına giren (zaman zaman ‘en sevdiğim’ de olur) ‘Paris, Texas’ın muhteşem Travis’iydi. 

İnsan bu dünyada ne kadar kaybolabilir? İşte o kadar kayboldu Travis. O kadar kaybolmayı oynayabildi Harry Dean Stanton… Hayatımızda yer etmiş büyük, güzel ve korkunç düşlerin parçası olan herkes gibi onun da üzerimizde emeği var. 

temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa

Günler geçer ve çalışır şafağın değirmeni,
Kim bilebilir ki kimi, neyi eskittiğini?
Ben ne kadar önemserdim kendimi, hay Allah!
Sen ne kadar kumraldın aynalarda, hay Allah!
Temmuz tam bu işe göredir bana kalırsa,

Gel bağışlayalım birbirimizi...

Turgut Uyar 

Fotoğraf, Singapurlu yönetmen Kirsten Tan'ın Tayland'da geçen filmi 'Pop Eye'dan..

her türlü kuşkunun ötesinde


Daha önce haberdar olmadığım muazzam bir film: Her Türlü Kuşkunun Ötesinde Bir Vatandaş Üzerine Soruşturma. İtalyan yönetmen Elio Petri, 1970’te çekmiş. Gian Maria Volonte büyüleyici oynamış. 

Adam suçlu. Sevgilisini canice öldürüyor. Ama polisin iz sürebilmesi için ardında kanıtlar bırakıyor. Bile isteye. Dahası, suçlu olduğunu dağa taşa ilan ediyor.

Bir küçük detay var yalnız. İz sürecek kişi de o. Adamımız Roma Emniyeti’nin cinayet masası şefi. Kelimenin tam anlamıyla da bir faşist. Bir Hitler, Mussolini replikası… Toplumun ahlak erozyonuna uğradığını savunuyor. Çözümüyse, toplumu yozlaştıranların, ötekilerin, sisteme muhalefet edenlerin, farklı olan herkesin tutuklanması,dövülmesi, bastırılması… Sistemin içindeysen, ‘saygınsan’, sorun yok. İstediğin yaramazlığı yapabilirsin. Her türlü kuşkunun ötesindesin. 

Hastalıklı bir ruh halini anlatıyor film. Suçlu olduğu bunca aşikâr birinin görmezden gelinmesi, taltif edilmesini, omuzlara alınmasını anlatıyor… Suç, kimin işlediğine bağlı olarak tanım değiştiriyor. Öyle ki “Ben suçluyum” diye bağırsan bile dönüp bakmıyorlar sana. “Hayır değilsin tabii ki” diyorlar. Kırmızı ışıkta geçebilirsin, hasımlarını itip kakabilirsin, hatta öldürebilirsin. Suçlu her zaman 'öteki'lerdir. 

Tanıdık bir duygu bu. İçine gömüldüğümüz balçık. Ne kadar yıkansak da kokusunu gideremiyoruz. 



PS: Film tüm güzelliği bir yana, sırf Ennio Morricone’nin müziği için bile izlenir. 

tam bizim otelliktir


Tam bizim otelliktir
Sanırım elbisesiyle yatar, ayakkabılarıyla
Sabah olunca erkenden kalkar
Ve kalkar kalkmaz başlar içmeye, doğrusu pek anlayamam
Uçak saatlerini sorar, lüks lokantaları sorar bir de
Pek anlayamam
Şu var ki, kendiyle eğlenir gibi sorar
Elinde vapur tarifeleri, kataloglar
At yarışı listeleri
Yanaşır pencereye, ışığa tutar birer birer hepsini
- Otel her zaman loştur -
Bakar bakar bakar.

Michelangelo Antonioni - Edip Cansever










dalgın bir cambaz


Gelir dalgın bir cambaz. Geç saatlerin denizinden. Üfler lambayı. 


Ece Ayhan, Bakışsız Bir Kedi Kara… 
Kameraya bakansa Bay Truffaut 

zambaklı padişah

ne zaman elleri zambaklı padişah olursam 
sana uzun heceli bir kent vereceğim 
girilince kapıları yitecek ve boş!

Azizim, güzel atlar güzel şiirler gibidirler, 
Öldükten sonra da tersine yarışırlar, vesselam! 

Ece Ayhan, Zambaklı Padişah, Andrey Tarkovski

şehrin içinde pırıl pırıl bir gazete

Meslek hastalığı belki, gazetecilik üzerine bir filmi beğenmeye zaten hazırım da, Boston Globe’daki bir avuç gazetecinin hikâyesini anlatan bu Spotlight’ı beğenmemek mümkün değildi. 

Biraz kafa dağıtmak için gittik bugün filme, kafa dağıtmak ne kelime, bütün dikkatimizi iki saatliğine bir başka dünyaya ödünç verdik, geri almak da epey zor oldu. Bütün oyuncularının böylesi kusursuz oynadığı bir film, herhalde sinema tarihinde de pek azdır. 

Seyretmeyenler vardır, konusuna girmeyeyim -sonra belki daha uzun yazarım- ama şu kadarı önemli: Konu gerçek. Gazetecilik faaliyeti gerçek. Hayatlar gerçek… 
Bugünün gazetecilik ortamında (ya da ortamsızlığında diyelim) Spotlight’taki gibi bir gazeteci grubunun, bir konuyu böyle yakalayıp üzerine gitmesi, sonuç alması, üstelik gerçekten de dertlere deva olması ilham veriyor. Yaralı parmağa işemişler. 

İlham sadece bizim için değil üstelik. Üzerine ölü toprağı serpilmiş Boston Globe gazetesinin bile gerçek bir gazetecilik faaliyetiyle nasıl hayata tutunduğunu görmek güzeldi. 

Filmde çok zekice bulduğum bir unsur, Boston Globe binasını gösteren dış çekimlerdi. Gazetecilerin araştırması ilerledikçe, bina, şehir içindeki silik, önemsiz bir yer olmaktan çıktı; nihayet şehre hâkim, gecenin içinde pırıl pırıl parlayan bir yapıya dönüştü. Bir tür fenere… 


Sonrası Pulitzer zaten… 

En üstteki illüstrasyon R. Kikuo Johnson.

denizin en güzel şarkısı



O nasıl bir güzelliktir… İrlanda’dan çıkan animasyon filmi Song of the Sea, öylesine güzel, öylesine zarif üstelik öylesine çocuksu, naif çizilmiş ki gözünüzü alamıyorsunuz ekrandan. 

Pixar ve Disney de çok iyi işler yapıyor tamam ama onların işleri çoğunlukla bilgisayar destekli. Song of the Sea, elle çizilmiş… Hem sanat hem zanaat… Saf alınteri. Yönetmen Tom Moore’a şapka çıkarılır. Film bu senenin en iyi animasyonlarından (Oscar’a da aday olmuş ama kazanamamıştı). Tüm zamanlar listelerine de rahat girer. En azından benim için. 

Moore (‘The Secret of Kells’ isimli, henüz seyretmediğim animasyonuyla da biliniyor) hikâyenin de ortağı (senaryonun diğer sahibi Will Collins). Bu not bence önemli, çünkü filmin hikâyesi epey iyi. Kelt mitolojisine aşina değilim, karakterleri oradan devşirip devşirmediğini bilmiyorum; sırf bu hikâye için üretildilerse harika iş. İki kardeş, Saoirse ve Ben’in, tekinsiz bir alemde sıkışıp kalmış ruhların yardımına koşma serüveninde epey güçlü yan karakterler var (Annelerinin yokluğuyla acı çeken babayı da harika aktör Brendan Gleeson seslendiriyor). İyisinden bir aile hikâyesi Song of the Sea. Sanırım yakında bizde vizyona girecek. İster sinemada seyredin, ister başka yerde, sakın kaçırmayın. 
Bir de yan not: Film 1987’de geçiyor. Bir ara o dönemin Dublin’ini de görüyoruz. U2’nın güzel, görkemli ve yerel olduğu zamanlar. Joshua Tree henüz çıkmış, düşünün. Where the Streets Have No Name, With or Without You, I Still Haven’t Found What I’m Looking For söyleyen bir U2. Filmde o şarkılar yok tabii. Onlar içimizde çalıyor. 
Seksenlerde büyüyen kardeşlerin hikâyesi yani… O bildiğimiz, eşsiz ve hep öyle kalacak duyguların hikâyesi…




sen tüm göklerdeki yıldızların ilki

Bazı filmler kendinden başka hiçbir şeyle anlatılmıyor. O kadar yoğun oluyorlar ki ne bir kitap ne bir film ne de bir geçmiş an geliyor akla. Sanırım o zaman onlara başyapıt diyoruz. Onur Ünlü’nün filmleriyle geç tanışıyorum, sırada ‘Sen Aydınlatırsın Geceyi’ vardı. Aldı götürdü. 


Başlık, filmdeki Shakespeare dizelerinden: 

yarayla alay eder yaralanmamış olan 
bak nasıl da sararıp soluvermiş tanrıça kederlerden
sen çok daha parlaksın çünkü
sen tüm göklerdeki yıldızların ilki

sen aydınlatırsın geceyi



itirazım var


Onur Ünlü’nün ‘İtirazım Var’ını yeni seyrettim. Çok iyi film olmuş. Dedektifliğe soyunan imam Selman Bulut rolünde Serkan Keskin harika oynuyor. Av Mevsimi’ndeki Cem Yılmaz ile Şener Şen arasında gidip gelen bir karakter gibi. ‘Gidip gelen’ derken, onlara öykünüyor anlamında demiyorum, hem yorgun hem enerjik, olması gerektiği yerde durmuş Keskin. Onur Ünlü, ileride yeni Selman Bulut maceraları çekecek gibi görünüyor. Hikâyeyi bıraktığı yer de müsait, karakterin derinliği de polisiye klişelerine uygunluğu da… Benzersiz bir kitap serisi de çıkar bundan. Ama bu saatten sonra, iş sinemadan edebiyata dönmez sanırım. 


Her neyse, İtirazım Var iyi film. İhtiyaca cevap veren film. Hem sinemada güzel bir iş görme hem de toplumu anlama ihtiyacına… 

Unutmadan, Gezi'de bir polisi anlatan film ne zaman gelir diye merak ediyorum. Gelirse Onur Ünlü'den gelsin. 

tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu


Uzun zamandır sinema üzerine iyi yazılmış bir kitap okumak istiyordum. Olkan (Özyurt) sağolsun, kütüphanesinden Lütfi Akad'ın otobiyografisini çıkarıp verdi de tam istediğim gibi bir kitaba kavuştum.

Lütfi Akad büyük yönetmen, bu kadarını biliyoruz. Büyük de bir yazarmış. "Hiçbir şey çocuğun hayal dünyasına benzemez. Hep çocuk kalmak istedim... Kaldım da..." diyerek hayatını anlattığı, 'Işıkla Karanlık Arasında' isimli kitabını muazzam yazmış.

Kitabı, daha ilk cümlelerinde, girdiği o büyük maceranın hakkını vererek açıyor. 26 Haziran 1946'dayız...

"Bunalımlı günler vardır. İnsan ne yaptığını, nereye gittiğini bilemez. Öyle günlerden birini yaşıyordum. İki buçuk yıllık askerlikten yeni terhis olmuştum, bir yerde çalışıyordum ve annem beni evlendirme telaşı içindeydi."

Sayfalar ilerledikçe genç ruhunun nasıl kabına sığmadığını görüyoruz. Ortada sinema namına hemen hiçbir şey yokken, belirsizliğin içine balıklama dalmış Akad. Ama ne dalış...
 
(...) Sinema işine girmeyi hiç ama hiç düşünmemiştim, böyle bir iş de yoktu aslında. Sinemayı tiyatrocular ek bir iş olarak yapıyorlardı. Diyeceğim, meslek değildi. Aslına bakılırsa hiçbir zaman da meslek olmamıştır. Olsa olsa bir tutkudur sinema. Akıllı uslu insan işi değildir; tutkulu insan işidir. 

(...) Yapacağım işin sinemayla bir ilişkisi yok görünüyordu. Bir işletme örgüsü kurulacak, hesap kitap işleri görülecekti. Gördüğüm eğitime yabancı bir tarafı yoktu. İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu'ndan mezundum. Ama o sıralar, dediğim gibi, Osmanlı Bankası'nda çalışıyordum. Tutarlı bir işim vardı. İşte sorun da burada idi. Tutarlı bir işi olmak beni boğuyordu. 

Uzun, upuzun bir kitap Işıkla Karanlık Arasında (İş Bankası Yayınları, 2014). Acele etmeden, tadını çıkartarak okuyacağım.

oyuncuların federer'i

Belçika gazetesi De Morgen, En İyi Oyuncu Oscar'ını üçüncü defa evine götüren Daniel Day Lewis için "oyuncuların Roger Federer'i" demiş. Doğrudur. Mütevazılık, meslek aşkı, ultra profesyonellik ve spotlardan kaçma hali ikisinde de mevcut. Tabii benzetme tersine doğru da işleyebilir.

Ben Lewis'i çok severim. Son filmlerine diyecek yok ama fotoğraftaki uzun saçlı dönemini ayrı tutarım. Yine Oscar aldığı Sol Ayağım, Son Mohikan ve özellikle de uçlarından beş parmak aldırdığı günlerdeki Babam İçin...  Büyük filmdir Babam İçin; acı hikâyedir. Pete Postlethwaite'yle karşılıklı döktürürler. De Morgen'ın fotoğrafı vesile olsun, hem filmi hem de bir diğer sevdiğimi, müteveffa Pete Abi'yi aşağıdaki trailer'la analım.


devrim kayıtta



Bugüne dair önemli bir film. Nihayet çekilebildi. Mısır kökenli Amerikan yönetmen Jehane Noujaim'in 'The Square' ı, sokaktaki insanların  Tahrir Meydanı'ndan dünyaya nasıl görüntü geçtiğini belgeliyor.

Film Sundance'te gösterildi. Şimdi dünya vizyonuna girmek için yolunu Kickstarter'da arıyor.

"Size hikâyenin nasıl başladığını anlatayım. Her şey bir avuç genç cesur Mısırlı'yla başladı. Hayatları boyunca birbirlerini arıyorlardı. Devrim onları bir araya getirdi ve kendilerini de öyle buldular."

kickstarter video low resolution
from Jehane Noujaim on Vimeo.

baktım ona sessizce uzaktan


Ateş gibi bir nehr akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona halim
Aşkın bu onulmaz yarasından.

Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi...

Parıltı / Ahmet Haşim

ay sarayında