insanın yazar olduğu yüzünden anlaşılır mı?


Aziz Nesin, okuduğu kitaplar hakkında acı tatlı notlarını kaleme aldığı ‘Okuma Güncesi’nde sormuş: Bir insanın yüzüne baktığında yazar olduğu anlaşılır mı? İnsanı gıdıklayan bir soru. Önce Nesin’den okuyalım:

“Bir insanın yüzüne bakınca yazar olup olmadığı ya da iyi yazar olup olmadığı anlaşılır mı? İnsan sarrafı olduklarını öne sürenler belki anlayabilirler bunu. Ben hiç anlayamamam yüzlerine bakınca insanların ne olduklarını. Ama okuduğu kitapların bir insanın yüzüne yansıdığını çok iyi biliyorum. İnsanın yüzünden yazar olduğu anlaşılmasa bile, olmadığı azçok kestirilebilir. 'Ultimatom' kitabının arka kapağında yazarı Paul Bonnecarrère’nin resmi vardı. Balıkçı yaka bir kazak, üzerinde o hiç sevmediğim omuzları apoletli (sivil) açık renk pardösülerden.  Resimdeki adamın yüzüne uzun uzun baktım. Kalın çizgili bir yüz. Kurnaz kurnaz bakan gözler. Bu adam usta bir yazar, iyi bir romancı olamaz diye düşündüm. Ama çevirmen Semih Tuğrul adı güvence verdi bana. Hiç yüzünden insanın yazar olmadığı anlaşılabilir mi? Benim, Yaşar Kemal’in, Kemal Tahir’in yüzlerimiz çok mu yazara benziyor! Hele büyük Balzac’ın yüzü!"

*
Bence yüzü her yazarı ele vermiyor. Ama bazılarına bakınca da yazarlıktan başka bir iş yapamayacağını anlıyorsunuz. 

Kemal Tahir konusunda hemfikirim Nesin’le. 
Bir de Tomris Uyar’ı ekleyeyim. Onlar sadece yazar olabilirmiş.

İsteyen listeyi sonsuzluğa uzatabilir. 


memleket için şeref olmuştur

Önümüz seçim. İstanbul’un iptal edilmiş olan belediye başkanlığı seçimini Ekrem İmamoğlu kazanmıştı ya, mızıkan iktidarı bakalım yeniden yenebilecek mi? İktidar yenilmişti zaten de, yine yenilirse bakalım İstanbul’un koltuğunu ses çıkarmadan devredebilecek mi?

Örneğimiz var. Hem de çok iyi, çok daha kapsamlı ve çok daha zor bir örnek. Türkiye’deki ilk iktidar değişimi 1950’deydi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucularından, İstiklal Savaşı’nın kahramanlarından, memleketin ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü girdiği ilk anlamlı seçimde (1946’daki ilkinin ‘sopalı seçim’ olduğunu, Demokrat Parti’nin hakkının yendiğini unutmayalım) kaybetmişti. 

Sonrasını mektuplardan izleyebiliyoruz. ABD’de okuyan Erdal İnönü babasına ‘moral’ mektubu yazıyor; İsmet Paşa cevap veriyor. Net bir resim.

*
İlk mektup, Erdal İnönü’den babasına
(16 Mayıs 1950)


"Sevgili Babacığım,
(…) Dün sabah erkenden Ömer'in çoğunluğu kaybettiğimizi bildiren telgrafını aldım. Akşam gazetelerinde biraz havadis vardı. Malatya'dan seçildiğinizi, fakat genel sonucun 150'ye karşı 300 civarında olduğunu yazıyordu. Geçmiş olsun. Ne kadar ihtiyatlı beklenmiş olursa olsun gene bir şok tesiri yapmıştır herhalde. Umarım şimdiye kadar hepsi geçmiş, neşeniz yerine gelmiştir. 
Teferruattan haberim yok tabii. Bir haberde seçimlerin gayet muntazam geçtiğini, büyük bir çokluğun seçimlere katıldığını okudum, çok sevindim. Asıl başarı bu. Netice itibarıyle memleketimizde demokrasi olduğunu dünyaya ispat edecek kesin olay, düzgün, hadisesiz bir iktidar partisi değişmesi geçirmekti. Bunu yapabilmek, bu seçimlerin hakikatta en büyük zaferimizi ilan ettiği anlaşılacak. Gerisinin ne ehemmiyeti var, canınız sağ olsun."


*
İkinci mektup, İsmet İnönü’den oğluna
(22 Mayıs 1950)

"Sevgili Erdalım,
Şimdi mektubunu aldık. İlk duyguların. Ne kadar iyi yürekli, filozofik ve ahlaklı yazıyorsun. Teşekkür ederim. Seninle bir daha iftihar ettim.

Evimize taşındık. İçinden hiç çıkmamış gibi bir rahatlık içindeyim. Bu mektubumu eski kütüphanemden yazıyorum. 
Annen bir haftadır taşınma için pek çok çalıştı. Yorgun olduğunu görüyorum. Amma sıhhati, neşesi yerinde çok şükür. Özden, Ömer, büyükannen herkes vaziyeti iyi ve tabii aldılar. Benim üzüntüye düşmemekliğim için bütün hünerlerini kullandılar. Hepsinin kıymeti gönlümde bir derece daha artmıştır, eğer buna imkan var ise... 

(…) Seçimi fena nispette kaybettik. (...) Niçin kaybettik? İnsaflı, insafsız bin bir sebebi var. Fakat en başta geleni değişiklik arzusudur. Bu da milletlerin hem masum, hem tabii bir arzularıdır. En sıkıntılı zaman, kaybolmuş bir seçimden sonra geçen bir haftadır. Şimdi bu bitti. İki gün sonra yeni cumhurbaşkanı ve hükümet seçilecektir. Saat 18.30'da da ben yeni cumhurbaşkanını tebrik edeceğim. Bu bir hafta, çok şükür sarsıntısız geçmiştir. 

Bu seçim, memlekette yeni bir hayat tarzı kurmak için giriştiğimiz teşebbüste ne kadar ciddi ve samimi olduğumuzu ispat etmiştir. Memleket için, hepimiz için şeref olmuştur.

Hep iyiyiz. Gözlerinden öperiz. Sağ ol, var ol, canım Erdalım."

geleneği kuran belgesel


Demirkırat’ı yeniden izlemeye başladım. İlk yayımlandığında çocuktum, yine de izlemiştim. İkinci defa izlediğimde üniversitedeydim. Hocamız Ayhan Aktar, belgeseli derste kullanıyordu. 

Bu üçüncü defa… Şimdi işe bir gazeteci, bir nebze yazıp çizen biri olarak bakıyorum. 

Öyle böyle değil, müthişmiş. Ne kadar güzel yazılmış, laflar birbirine ne kadar doğru eklenmiş, görüntünün üstüne ne kadar iyi konuşulmuş, ne muazzam bir tempo yakalanmış. Zamanının ötesinde, demek yetmez. Bu zaman için dahi iyi bir iş. Mehmet Ali Birand, Bülent Çaplı, Can Dündar... Anlatı geleneği kurdukları belgesel bu. 

Şimdi bir soru: Menderes çizgisini bu kadar öven AKP’lilerin bu belgeseli neden öne çıkartmadığını, neden tekrar tekrar seyrettirmediğini düşündünüz mü? Yirminci dakikadan sonrası hemen bir fikir verecektir. 1940'lar Türkiyesi ama sanki bugünü anlatıyor. 

Şaşırtıcı bulur musunuz bilmem, benzerlik Menderes’le değil o günlerde… İnönü’yle… AKP’nin, ‘CHP zihniyeti’ diyerek sürekli aşağıladığı, ideolojisini onun reddiyesi üzerine kurduğu dönemle.

Biri şunu demiş miydi: İnsan, en çok düşmanına benziyor.

uğurlama

Geçen gece rüzgâr çıktı. 
Bahçemiz biraz uğuldadı, sonra duruldu. Sabaha yatışır, deyip yattım. 
Meğer gündüzün serin, sakin rüzgârı, bir mahalle ötede canavara dönüşmüş, önüne geleni devirmiş. 
Sabah sokaklarda öbek öbek dallara rastgeldim. Yemyeşil dallar. Yeşerdiklerini bile anlamamışken daha…
Bir köşeyi döndüm. İşte, orada yatıyordu. Yıllardan yıllardan sonra, sert bir rüzgârın iteklemesiyle çöküvermiş bir koca kavak…
Dalları arasında çocuklar dolanıyordu. 
Uğurlama niyetine.

keçiboynuzu



Sosyal medya sıkıcı, tatsız, fazla politize... Her gün, daha da. 
Twitter bir gayya kuyusu. Haber altı okur yorumu gibi.
Instagram, artık iyiden iyiye aile albümü. Ama bizim ailemizin değil. Ki insan kendi ailesinden bile sıkılır.
Facebook zaten Facebook. Kendiyle tanımlamak yetiyor.
Keçiboynuzu… Bir gram iyi tavsiye, keyif veren bir dost sözü için kilolarca kötülük çitliyoruz. 
Bir şey lazım. Bunlarla dalga geçe geçe bağımlı olduk.



istanbul havalimanı'ndan çok elektrik aldım

İstanbul Havalimanı’na olabilecek en zor saatte, sabaha karşı saat 3’te indim. Yolcuların da görevlilerin de gözünden uyku akıyordu. 

Yıllardır ‘büyük’, ‘çok büyük’, ‘en büyük’ tanımlamaları havada uçuşuyor. En fazla ne kadar büyük olabilir ki diye düşünüyordum. Pasaport kontrolüne varana dek yarım saat yürüyünce neden bahsedildiğini idrak ettim. Büyükmüş. Yorucuymuş.

O saatte aklın yarısı uçmuş olsa da bir iki soru insanı yine de oyalıyor: Neden yarım saat yürüyorum? Bu kadar zahmet çekeceksem büyüklüğün bana faydası ne?

“Dünyanın en büyüğü bizde” diye övünenler, elleri sırtları çanta doluyken yorulmuyor mu?


*
Onları bilmem ama birçok insan söyleniyordu. Görevliler de “Bizim elimizden de bir şey gelmiyor” der gibi anlayışla, biraz da mahzunca bakıyorlardı. Biz bu yolu her gün kaç defa yürüyoruz diye düşünüyorlardır.

Birkaç ‘havalı’ havaalanı arabasının bazı yolcuları, yürümesinler diye topladığını da söylemeli. Hiç yoktan iyidir.

Pasaportuma bakan polis o saatte bile sağolsun güleryüzlüydü. Ondan cesaret alarak, dış hatlardan iç hatlara nasıl geçileceğini sordum. Bilmiyormuş. Orada yeni görevlendirilmiş. Yan kabindeki memura sorup tarif etti. Üç aşağı beş yukarı… 

“Eh, nasıl olsa bulurum” diyordum; zaten biraz da iş olsun diye sormuştum. Ama hafiften telaşlı görünen bir grup orta yaşlı kadın bu konuyu daha ciddiye alıyor gibiydiler. Endişeliydiler. Aktarma yapacakları uçağa -kalkmasına daha epey vardı ama- vaktinde varacaklar mıydı?

Pasaport polisinin de tavsiyesiyle, onları yanıma kattım. Konuşa konuşa yürüdük. Avrupa’yı gezmiş gelmiş, şimdi evlerine varmaya çalışıyorlardı. Ankara, Avrupa’da bile bu kadar uzak görünmüyordu.

Mesele aslında basit. Tabela sıkıntısı. Yönlendirici tabelalar varla yok arasındaydı. Vardı, evet bir şey gösteriyordu; yoktu neyi gösterdiğini anlamıyorduk. Belki biz fazla uykuluyduk, olabilir. 

İyi de, ‘dünyanın en büyüğü’nün tabelaları da ‘en büyük’ olmaz mı? ‘Dünyanın en büyüğü’nde, şuradan şuraya şöyle gidersiniz ama isterseniz şöyle de gidersiniz, hatta bu mesafe şu kadar vaktinizi alır” denmez mi? 

‘En büyük’ iddiası taşımayanlarda bile var böylesi. Demek ki, bu bir iddiasızlık alameti; belki de iyi tabelalar havaalanına yakışmıyor.


Önümüze gelene sorduk. “İç hatlara nereden gideriz?” 

Döviz bürosunda çalışan eleman bilmiyordu. 

Ellerinde az sonra yerine çakacakları birer yön tabelası bulunan işçiler de bilmiyordu. 

Sormaktan usandık. Dümdüz devam ettik. Eğrisi doğrusuna denk geldi; aslında pek basit olan güzergâhı yürüdük, yolumuzu bulduk. Söyledim ya, uykuluyuz. 

Ama olsun. Gece gündüz uçak inecek oraya. Uykulusu, yaşlısı, yorgunu, çocuklusu… Bence büyüklük biraz da şu: Aklı en zayıf olanı da doğru yönlendirmek, takati en zayıf olanı az yormak.


*
İç Hatlar’a girmemle, sırtında “Bana Sor” yazan tişörtler giymiş görevlileri görmem bir oldu. Her yerdeydiler. İyi düşünülmüş bir uygulama. Ama soracak sorum kalmamıştı ki. Sonuçta yolumu da kendim bulmuştum. 

Vaktim vardı. Bir daha fırsatım olmaz deyip tüm terminali dolaşmaya karar verdim. Bir uçtan diğerine yürüyene kadar dermanım tükendi. Büyük derken ne kast edildiğini bir daha anladım.

Yorulmuştum. Yürümekten çok, tencere kazıntısı etkisi bırakan metalik çınlamadan yorulmuştum. Hiç bitmeyen, nefes aldığınız havaya bile dolan bir dıııııt dıt dıt. Nereden geldiğini (kapılardaki dedektörlerden) anladım ya, hazır etraf “Bana Sor” görevlisi kaynıyor, bir de onlara sorayım dedim. 

İlk sorduğum genç çınlama falan duymadığını söyledi. Yüzüme, münasebetsiz bir rüya anlatmışım gibi baktı. 

İkincisi, ki yaşça benden büyüktü ve çınlamayı duyuyordu. Dedektörler, dedi. “Kapı çok. Dedektör çok.” Sonra iştahla anlatmaya girişti. “Burada üç ayrı kural seti geçerli. Uluslararası sivil havacılık, Avrupa sivil havacılık, milli sivil havacılık… Güvenlik çok sıkı. O yüzden dedektörler iyi çalışıyor.”

“Valla, Allah yardımcınız olsun, çınlama fazla” dedim. 

“Ben alıştım, görevimiz” diye cevap verdi. İşini gerçekten ciddiye alan, iyiniyetli bir adamdı. Ne kadar sorsam, hevesle cevaplayacaktı. Yüzüme beklentiyle baktı. Maalesef başka sorum kalmamıştı.

Büyük büyük havalimanları yapacaklarına, şöyle insanlardan daha çok yetiştirip görevlendirseler ya, dedim kendi kendime.


*
Kontrolden geçtim; içeriye, büyük beyaz boşluklara; havaalanının açılışına yetişemeyen kapalı dükkânlar dünyasına yöneldim. Yarısı işleyen AVM’lerde, yanlış yayılmış, fazla dağılmış bir enerji vardır. Öyleydi. 

Enerji demişken… İnsan belki tenhada daha çok hissediyor. Havaalanı büyük, evet, sarfiyatı da büyük. Ben bu yüzden bu kadar elektrik aldığım bir yer daha hatırlamıyorum. Tablolar, göstergeler, panolar, akan yazılar, lambalar… Işıl ışıl, yoğun, bembeyaz…  

Pistini, konumunu bilmem; uzman değilim. Benim uzmanlık alanım, hepimizin ortak bilgisi: Seyahat etmek. Herhangi bir havaalanına inmiş sıradan ve uykusuz bir yolcu olarak ‘içeriden’ izlenimim bunlar. 

İster istemez soruyor insan. Her şeyin, hep beraber, sorunsuz çalıştığı, yolcunun ‘büyüklük’ dezavantajı yaşamadığı bir havalaanı daha makbul değil midir?

Ve nihayet bir başka konu daha akla geliyor. Büyük adliye sarayı, büyük başkanlık konutu, büyük havaalanı… Boyutla ne göstermeye çalışıyoruz?

kesin yaşanmıştır!

Sosyal medyada bana en itici gelen sözlerden biri: Kesin yaşanmıştır! 

‘Ufak at da civcivler yesin’in yeni lisandaki karşılığı… İlk başta, çok uçuk görünen olaylar için kullanılıyordu. Şimdi rutinin azıcık (gerçekten azıcık) dışındaki her anekdotun altına yapıştırılıyor: Kesin yaşanmıştır! Her şeye ama her şeye… “Bir taksici bana şunu anlattı” mı dedin? Kesin yaşanmıştır. “Minik yeğenim öyle bir laf etti ki!” Kesin yaşanmıştır. 

Dünya durdukça taksici anlatır, çocuklar laf ebeliği yapar; bunda ‘yaşanmayacak’ ne var?

Bunu söyleyip duranlar, vatman gibi tek hat üstünde gidip gelerek mi yaşıyor? Birisi bir şey anlatsa, sokakta bir şey görsen, kulağına bir şey çalınsa, o sana bir hikâye… Palavracı avcılar gibi, tek kurşunla üç ayı vurdum denmiyorsa, her şey makul.

“Kesin yaşanmıştır” diye sızlanıp duranların neyi kastettiklerini bilmiyor değilim. Beş RT on fav için mevzu uyduran insan çoktur, eminim. 

Orası öyledir de… Sosyal medyada vakit geçire geçire kafalar uyuşmuş artık. İtiraz ettikleri şey aslında normal akış… Hayat zaten böyle hikâyelerle, rutinden sapmalarla ilerliyor. 

Dünyanın bir büyüsü, hayatın sürprizleri var. Bunları da yaşayıp anlatmayacaksak, ne halt edeceğiz? Kedi videosuyla gün geçer mi? 

PS: Kesin yaşanmıştır süfliliği bir kenara, yukarıdaki fes bir kenara. Kimin aklına geldiyse, ona diyecek bir şeyim yok!

ay sarayında