cemiyetimiz neşesizdi

" (...) Herkes bilir ki, bir saat ya geri kalır, yahut ileri gider. Bu işin üçüncü şekli yoktur. Bu da tam ayar imkânsızlığı gibi umumî bir kaidedir; meğer ki durmuş olsun. Fakat burada iş şahsîleşir. Benim nazariyem şudur ki, insanlar kâinatın sahibi olmak üzere yaratıldıkları için, eşya onlara uymak tabiatındadır. Meselâ, benim çocukluğumun geçtiği Abdülhamit devrinde cemiyetimiz neşesizdi. Başta padişahın asık yüzünden gelen ve halka halka etrafa yayılan bu neşesizlik eşyaya da sirayet etmişti. O zamanın vapur düdüklerinin acılığını, hüznünü, keskinliğini benim yaşımda olanların hepsi bilir.  (…) Saatler de böyledir. Sahiplerinin mizaçlarındaki ağırlığa, canı tezliğe, evlilik hayatlarına ve siyasi akidelerine göre yürüyüşlerini ister istemez değiştirirler." 

Saatleri Ayarlama Enstitüsü - Ahmet Hamdi Tanpınar


PS: Geçen aynı kitaptan bahsederken, grafik tasarımcı Ethem Onur Bilgiç’in illüstrasyonunu kullanmıştım. Bu güzellik de onun. 

biraz ilham sonra emek

Gençler tulumbayı bilir de, çoğu onu hiç kullanmamıştır. Ben herhalde son zamanlarına yetiştim. 

Fizik prensiplerini açıklayacak değilim (zaten beceremem de); basitçe, kol yardımıyla suyu önce çekersin, sonra da dışarı akıtırsın. 
Ama su derindeyse, tulumba uzun süredir kullanılmıyorsa ya da kola ağırlık vermeye üşeniyorsan, önce oluktan aşağıya birkaç tas su dökersin; o ağırlık, mekanizmayı daha rahat harekete geçirir. 

Düşünmenin prensipleri de tulumbacılığa benziyor. Fikir üretmek için, bir konu üzerinde sistemli şekilde düşünmek için, hatta her gün düşünebilmek için (ki bu da başlı başına bir iştir); zihni önden fikirle beslemek gerekiyor. Yani o suyu önden dökeceksin. Fikirlerin yeni olmasına gerek yok. Bir tas su, biraz fikir… Mümkünse saf, duru, bölünmemiş, başka uyaranlarca rahatsız edilmemiş fikirler… 

Sonrası çalışmak. Yine tulumbadaki gibi. Kol gücü. Emek. 

Biraz ilham, sonra hep emek.

Düşünüyorum da, tulumba prensibi her yerde işliyor. O bir tas su, o ilham olmadan çark bir türlü dönmüyor. O bir tas sudan sonra düzenli çalışmayınca zaten hiç dönmüyor. 

Şimdi suyu bulmak lazım. 

PS: Şöyle güzel bir tulumba fotoğrafı bulamadım. Zaten bizdekiler de hep fabrika boyalı, çiğ mavi, sevmesi zor tulumbalardı. Buyurun size çiçekler içinde, tatlı bir tulumba ya da tulumbanın tatlısı! (Eh affedin, buraya kadar getirmişken, bu espriyi yapmamak zor. Maalesef.) 


hep bugünü yazdılar

Düşünür Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nda yazmış: 
"Totaliter rejim için ideal kişi, davaya kendini kalpten adamış bir nazi veya komünist değildir. Gerçekle hayal ürünü arasındaki ayrımı (yani deneyimin gerçekliğini) ve doğruyla yanlış arasındaki farkı (yani düşüncenin türünü) artık önemsemeyen kişidir." 

Memlekette ne olup bittiğini anlamak için Arendt okumaya gerek de yok; apaçık ortada işte. Rejim, kaynaklarından ucuna totalitarizme kesmiş. 

Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, yerine kayyım atanıyor.
Seçilmiş belediye başkanları görevden alınıyor, onlar evvelden rejimin adamıysa, yorgunluktan başka gerekçe de açıklanmıyor, yerine daha seçilmiş görünümlü kayyım atanıyor.

Seçim kaybediliyor, eften püften bile olamayan gerekçelerle yenileniyor. 

Bunun adı demokrasi olabilir mi?

Arendt’in kaynağına inip yazdığı, Orwell'lerin, Huxley'lerin, Bradbury'lerin göstere göstere yazdığı işte bu zaten.

Bu rejimi omuzlarında taşıyanlar da gerçekle yalan arasındaki farkı, deneyimi, düşünceyi artık önemsemeyen kitleler. Arendt Türkçe bilseydi, “Şeyh uçmaz mürit uçurur” da derdi. 

Peki gerçekle yalan arasındaki farkı artık neden umursamıyorlar? Mesele bu. 

ramen 101

Güzel film Tampopo hakkında geçenlerde yazmıştım. Başka neler yazılmış diye bakınırken, maalesef artık faal olmayan bir blogda (Çaylak Aşçı), filmdeki bir diyaloga rastladım. Ramene giriş dersi olarak da okunabilir. 
“ (...) Güzel bir günde… 
İhtiyarın biriyle dışarı çıkmıştım.
Tam 40 yılını ramene adamış biri.
Bana ramen yeme adabını gösteriyordu.

- Üstadım önce çorba mı, erişteler mi?
- Önce tüm kâseyi gözlemle.
- Tamam efendim.
- Biçimine takdir göster. Kokusundan zevk al. Yağ taneciklerinin mücevher gibi parıldayışını, şinacku köklerinin ışıltısını, deniz yosunlarının hafifçe batışını, taze soğanların yüzüşünü seyret.”

Devamını şuradan okuyabilirsiniz. 

Düşünüyorum da, bu en çok bizim Elif’in (Türkölmez) hoşuna gider. Blog gibi kullandığı nefis Instagram hesabını bilmeyen varsa, eksiğini tamamlasın. O da burada.  (Elif Türkölmez'in 'Ormanın İçinden, Denizin Kıyısından' isimli kitabını da hararetle öneririm. Google Play'de var.)

PS: Yalnız o afiş!

yaz dostum

Bir küçük caz parçası, şeftali ağaçları hakkında, vaktinden önce olmuş. Deniz kıyısında akordiyon çalan kız, başkasının rüyası gibi. Kaldırımda sandalyeler, saksılar, kalınan yeri işaretlenmiş kitaplar. Birisinin çok uzaktan gönderdiği bir selam, yerine ulaşan. Dünya, böyle şeyleri anlatırken dünya.  

koskoca sait faik muhabirlik yapamaz mı?



Aziz Nesin, anılarında Sait Faik’in ‘başarısız’ gazetecilik macerasını anlatıyor. İnsanlar “koskoca Sait Faik muhabirlik yapamaz olur mu” diye şaşırıyormuş. Nesin, neticede başaramadığını, çünkü Sait Faik’in gazeteciliğin usulünü, geleneğini, haber dilini bilmediğini yazmış.

Sait Faik’in de gazeteci diliyle haber yazmasına gerek mi vardı?  Bıraksalarmış da, kendi üslubunca muhabirlik yapsaydı. Peki ya o güne dek Semaver’i, Sarnıç’ı, Şahmerdan’ı yazıp yayımlamış olan Sait Faik’i bir ay stajyer gibi çalıştırmak! 

Türk basını ne zaman çıtayı bu kadar yükseğe koymuş; bana çok tuhaf geldi.  

Nesin’den okuyun, kendiniz karar verin: 

Fıkra yazarı olduğum Tan gazetesinin iki sahibinden biri olan Halil Lütfi Dördüncü’ye, Sait Faik’i gazeteye alması için rica ettim. Halil Lütfi, gazetede Sait’in bir ay stajyer olarak para almadan çalışmasını, bu deneme sonunda beğenilirse muhabir kadrosuna geçirilebileceğini söyledi. Sait, gazetenin muhabirler salonunda beni bekliyordu. Haberi verdim, çocuk gibi sevindi. Hemen o gün çalışmaya başladı. Gazetenin Beyoğlu muhabiri olmuştu. Ayrıca, gazetenin sekreteri her sabah iş defterine muhabirlerin o gün yapacakları görevleri de yazar, muhabirleri o görevlere gönderirdi. Kırk yaşındaki Sait Faik, hikâyeciliğinin doruğuna erişmişken, bir gazetede stajyer muhabir olmuştu, başarırsa kadroya geçecekti. Hayır, başaramadı. 

Halil Lütfi, çok kişiyi para vermeden stajyer diye gazetesinde bir ya da iki ay çalıştırıp sonra işe almamıştır. Sait Faik’e böyle yaptığını sananlar vardır. Hayır, böyle olmadı. Sait Faik, gerçekten gazeteciliği başaramadı. Bu yüzden Halil Lütfi’yi kınayanlar çok olmuştur. Koskoca Sait Faik, muhabirlik yapamaz olur mu, bir gazete haberi yazamaz mı hiç, diye şaşanlar çoktur. Ama böyle düşünenler, kendileri bir gazete sahibi olsalardı, Sait Faik’i muhabir olarak gazetelerinde çalıştırmazlardı. Çünkü gazete haberi yazmak bir kalıp iştir, görenek ustalığına dayanan bir iştir. Sait, gazete haberi için gerekli bütün bilgileri topluyor, ama bunları bir gazete haberi biçimine sokamıyordu bir türlü. Yapmak istemiyor değil, gerçekten yapamıyordu. Yazıp sekretere verdiği haberler gazetede yer almıyor, Sait de buna çok üzülüyor, hırçınlaşıyordu. Çünkü yazdığı haberler gazeteye ne denli çok girerse, kadroya alınması ihtimali de o denli çok artardı. Yazdığı haberleri, gazeteye girmesi için düzelttiğim çok olmuştur. Ama Sait’in bu yüzden bana çok kızdığını, ancak yıllar sonra, bu duygusunu açıkladığı zaman anlayacaktım. 

Aziz Nesin -  Birlikte Yaşadıklarım Birlikte Öldüklerim



eve dönmenin yolları

Bir yaz sabahı Haydarpaşa’dan kalkan Toros Ekspresi’ne atlayalı neredeyse 20 yıl olmuş. Hep otobüsle kat ettiğim İstanbul-İskenderun güzergâ...