keşke ekmeği bölüşseydik


Yeni fark ettim. Twitter’daki şu muazzam Quite Interesting hesabı,‘companion’ sözcüğünün kökenini paylaşınca jeton düştü. Tıpkı ‘companion’da olduğu gibi İspanyolca’daki ‘compañero’ sözcüğünün kökeninde de ekmek ve paylaşmak var. İspanyolca’da, demek ki İspanya’da ve Latin Amerika’da (bu arada çeşitli türevleriyle Katalanca ve Portekizce’de de) ekmeğini paylaşanlara, ‘compañero’ deniyor. Yani bildiğimiz ‘yoldaş’. 

Almanlar’da ‘kamerad’, Fransızca’da ‘camarade’, İngilizce’de ‘comrade’. Daha birçok dilde de türevleri… ‘Oda arkadaşları’ demek. İspanyolca ‘camarada’dan türetmişler. Bu arada İspanyol dilinde de ‘camarada’, 'compañero’ ile ortaklaşa kullanılıyor. 

Odayı paylaşanlar… Acaba kardeş gibi mi paylaşıyorlar, ev arkadaşı gibi mi, orasını bulamadım. Bu arada, kardeş de elbette ‘karındaş’dan. Aynı karından olanlar. Annelerinin karnını paylaşanlar. (Japonca ve Çince’de de ‘fikir’ paylaşılıyor; şuradan tüm dillerdeki ‘yoldaş’lara bakabilirsiniz). 

Bizim yoldaş Rusça ‘tavariş’ten. Doğrudan ‘yol arkadaşı’ anlamına geliyor. Wikipedia’ya göre Rusça’daki ‘tavariş’ de zaten eski Uygurca’dan geliyor. Uygurca’dan başlayan çember Türkçe’de tamamlanmış. 

Belki Rusça dolayımına da girmemiştir, doğrudan Uygurca’dan almışızdır ‘yoldaş’ı ama hiç sanmıyorum. 

Şunu söyleyebilirim ama: Keşke almasaydık. 

Keşke ekmeği bölüşseydik. Yoldaş yerine, İspanyolca’daki gibi keşke ‘ekmekdaş’ deseydik, ‘aşdaş’ belki. Yol yerine ekmeği paylaşsaydık. Ekmeği bölüşmek, beraber yürümekten daha iyi geliyor. 

Herkes kendi yoluna gidebiliyor bir süre sonra. Yolu beğenmeyen çıkabiliyor. Başka yollar önerenler çoğalıyor, hiç bitmiyor. Yolu hızlı yürüyenler, yavaş yürüyenler, yorulanlar, sıkılanlar…

Ama ekmeği bölüşmekte fazladan bir fedakârlık var. Fazladan bir kardeşlik. Muhabbet. Bitmeyecek bir bağlılık, bir minnet. Ekmeğin sonu var çünkü, sınırlı. Onu bilerek paylaşmışsın. Yarısına razı olmuşsun. Öteki de doysun diye. 

Her şey dilde başlıyor, dilde bitiyor. Ekmeği paylaşsaydık, aslında her zaman ekmeğimizi paylaştığımızı anlasaydık, Türkiye’de sol daha güçlü olurdu belki, kimbilir… 

Her neyse olan olmuş. O halde: 

Sevgili ekmek arkadaşlarım, ev arkadaşlarım, yol arkadaşlarım… Emek arkadaşlarım… 

1 Mayıs’ınız kutlu olsun. 

pencere önü muharebeleri


İnsanlar sokaklardan çekilince martılar geldi. Öyle efendi efendi de gelmediler. Etrafta çete olarak dolaşıyorlar. 

Pencerenin önünden martıların güvercinleri kovalamasını izliyorum. Birisi bir ağaç dibine, çöpün kenarına ekmek mi bıraktı, cümbüş başlıyor. İlginçtir, martılar yarım dakika avans veriyor güvercinlere, onlar ekmekleri eşelerken, yıldırım gibi iniyorlar. 

İstanbul’daki pencerelerin önünden de bilgiler tarafımıza ulaştı. Martılar bu ara orada da zalimmiş. Doğa bu sonuçta. Öyle suda zıplayan yunuslar gibi davranmıyor her zaman. 

Martıların ilacı kargalar. Onlar çok güzel başa çıkıyor martılarla. Hiç de tınmıyorlar. Taktikleri var, strateji geliştiriyorlar. Sonuçta hep kazançlı çıkıyorlar. Oynuyorlar.

Moda’da iki karganın bir martıyı kovaladığını görmüştüm. Ama yerde. Uçmadan. “Uçmak yok” diye kural mı koymuşlardı artık, bilmiyorum ama o koca gövdeli martı hımbıl hımbıl kaçıyordu.

Yine başladı işte. Güvercinler eşeleniyor. “Alın gidin kardeşim ekmeği, niye oyalanıyorsuz” diyeceğim ama içeride biraz fazla kaldığım aklıma geliyor. 

Görsel, Tom Kristensen'in eseri

kaygusuz abdal menem, fartu furtu bilmenem

Bugünlerde sanki jilet kıtlığı varmış gibi sakalını koyverenler var. 

Biri de benim. Uzadıkça uzadı sakal. Belki de daha önce olmadığı kadar (ikinci defa da olabilir, hatırlamıyorum, geçmiş gün). Hoşuma da gidiyor.

Son günlerde aklımda Kaygusuz Abdal’ın sesi. Sakal uzadıkça, bu sese karşı savaşıyorum. Fakat ne deyiş bu… Ne söyleyiş… İnsanın dans edesi geliyor. 

kaygusuz abdal menem
fartu furtu bilmenem
bir tüyünü koymanam
bu sakalı kırkarım

PS: Kim kimdir, kim nasıl görünürdü bilmem ama Kaygusuz’u webde arayınca hep sakallı bir dede geliyor, bir de bu gördüğünüz çizim. Bu daha uygun sanki. 

şimdi buenos aires'e bağlanıyoruz



Bir hafiflik ama illa tüy gibi değil. İşini iyi yapmış olmanın iç hafifliği. Yorgunluktan sonra gelen o hafiflik. 

Ya da sessiz sakin bir bahçenin dinginliği… Ama dışarıdan gelen gürültülere açık bir bahçenin. 

Temiz hava insanın içini biraz yakar ya, o temizlik. Ama kirli havaya döneceğini de bilerek ve dönmeyi isteyerek.

Benim için birkaç güzel şey giriyor bu tarifin içine; biri Kevin Johansen’in müziği. Arjantinli bir anne ile Amerikan babanın müzisyen oğlu. İki dile, iki kültüre hakim. Gezmiş, dolaşmış; artık Buenos Aires’ten yayın yapıyor. Uzaklardaki bir arkadaşım, kardeşim, abim gibi seviyorum onu. Tesadüfen bulup dinlemiştim yıllar önce; o gün bugün hayatımda. Bizde pek tanınmıyor. Tanınmasın, benim için ziyanı yok. 

Siz yine de tanışın onunla. 

PS: Bu video 18 yıl öncesinden. Şimdi biraz daha değişti, büyüdü ama ben ilk Daisy'le tanımıştım.


zayıfı feda edenler

Dün Twitter’da rastladım bu fotoğrafa. 

Amerika’da korona tedbirlerine karşı yapılan eylemlerden bir pankart: 

“Zayıfı feda et” diyor. 

Zayıfı feda et ki, çarklar tekrar dönsün, ekonomi işlesin. Fotoğraftan anlıyoruz ki, miting ile ilgili haberde televizyona da yansımış bu kare. 

Trump gibi bir adamı kendilerine başkan seçen aklın altında işte bu zihniyet yatıyor. Nazizme çeyrek bile kalmamış. Beraberce direnmek yerine, yaşlıları, hastaları kenara koyup (ölmesine izin verip yani) yola devam etmek isteyen zihniyet bu…

İşte bu zihniyet, sadece ABD’de değil her yerde yükselişte. Hele Batı’da. Dün her zamanki gündemimiz koronadan konuşurken “Bu salgın ebola gibi Afrika’da başlasaydı, kıtayı dünyaya kapatmayı isteyenler çıkardı Batı’dan. Çin için de istiyorlardır ama kâr etmiyor işte" dedi Aslıhan.

Haklı bence. Kendi vatandaşını, belki anasını babasını bile feda etmek isteyenleri görünce… 

Aklıma esas takılan şu: Pankart oraya gelinceye kadar kaç kişinin gözünün önünden geçti; kimse “Gerizekalılığın lüzumu yok” dememiş mi?

Dememiş. Çünkü faşizmde gerizekâlılığın lüzumu vardır. Hatta daha lüzumlu bir şey yoktur. Gerizekâlılığın sistemi ele geçirmesidir faşizm. 

O yüzden o pankart bir evden çıkıp televizyon ekranlarına kadar gelebilir. 

Demek faşizm ekrana kadar gelmiş. Daha nereye kadar gidecek, esas soru o.

değişecek miyiz?

Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak demeyi seviyoruz. Büyük büyük laflar. 

Olmayabilir sahiden de ama biz değişmeyi istiyor muyuz?

Daha ilk günden beri maske meselesi kafamı kurcalıyor. Anlatılan şuydu temel olarak: Maske esasen hasta olanlar için gerekli. Onların takması gerekir. Hasta olmayanlar için pek koruyuculuğu yok. 

Nitekim takmadık. 

Ama Uzakdoğu toplumları taktı. Mesele şu ki zaten hep takıyorlardı. Sokakta, metroda, şurada burada maske takan Uzakdoğuluları hep görüyorduk. Ya da Asya ülkelerine gittiğimizde. 

Önceleri onların biraz paranoyak olduğunu düşünüyordum, sonra anlattılar. Hasta olduklarında kimseye bulaşmasın diye maske takıyorlarmış. 

“Aman bana bulaşmasın” diye değil. Bulaştırmamak için. Bu zahmete toplum için katlanıyorlar. 

Son salgında da maskelerini kuşandılar. Alışkanlıkları var. Hasta olan olmayan kim varsa taktı maskesini. Çünkü yine ilk günlerden beri anlatıldığı üzere, kimin hasta olduğu bilinmiyordu. O yüzden maske ancak iki taraflı kullanılırsa işe yarayacaktı.

Sonuç ortada. 

Uzakdoğuluların haricinde kimse maske takmadı. Biz takmadık, takmıyoruz. Takmak da istemiyoruz. 

Neden? 

Sanırım iki cevabı var. Birincisi benciliz. Birilerine hastalık bulaştırmak pek umrumuzda değil. Umrumuzda olsa bile zahmete girmek istemiyoruz. 

İkincisi maskeyi bir hastalık işareti olarak görüyoruz. Steril, sağlıklı toplumlarımızda istenmeyen bir mikrop… Bir tür kirlilik. Medeniyetin geldiği seviyeye yakışmıyor maske. 

Arada dağlar kadar fark var. 

Neyse ki bu salgın vesilesiyle medeniyetin bir yere gelmediğini de anladık. Hem bu işin uzayacağı, kısa bile sürse bu tür salgınlara alışmamız gerektiği de söyleniyor. 

Peki değişecek miyiz? Bence maske bir ölçü olacak. 



Fotoğraflar (yukarıdan aşağıya): Dmirty Kostyukov, Isaac Lawrence, Matthew Abbott, Tyler Hicks, Sean Gallup

biz ruhumuzla uçarız


Ursula: Daha senin yaşındayken ressam olmaya karar vermiştim. Resim yapmayı çok seviyordum. Bütün gün, şövalenin başında uyuyup kalana kadar çalışıyordum. Bir gün birdenbire, neden bilmem resim yapamamaya başladım. Denedim, denedim ama hiçbir şey kâr etmedi. Daha önce sağda solda gördüğüm resimlerin taklitleri gibiydi yaptıklarım ve iyi taklitler de değillerdi. İşte o zaman yeteneğimi kaybettiğimi düşündüm. 

Kiki: Tıpkı benim gibi. 

Ursula: Evet aynı. Ama sonra cevabı buldum. Neyi, neden resmedeceğimi anlamamıştım. Tarzımı bulmam gerekiyordu. Sen uçtuğun zaman, içindeki bir şeyden güç alarak uçuyorsun değil mi?

Kiki: Evet. Biz ruhumuzla uçarız. 

Ursula: Ruhuna inanarak... Evet, evet, işte öyle. Tam da bundan bahsediyorum. Bana resim yaptırtan, arkadaşına ekmek pişirten ruh da işte bu ruh. Ama hepimizin kendi ilhamımızı bulması lazım, Kiki. Bu da hiç kolay değil. 

Kiki's Delivery Service, Hayao Miyazaki (1989)





ay sarayında