günlerin köpüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
günlerin köpüğü etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

köye akşam çöktüğünde

Dersim’in bir köyünde büyümüş bir arkadaşım var. İlk tanıştığımızda, memleketinden geleli bir-iki sene olmuştu. Sessiz sakin, derin bir çocuktu. Sormadıkça konuşmazdı. Uzun zamandır görmüyorum ama hâlâ da öyledir, eminim. 

Yıllar evvel bir gün, bana seksenlerde geçen çocukluğunu anlatmıştı. Çocukluğunun gecelerini.

Tahmin etmesi zor değil, o zamanlar köylerinde elektrik, su yokmuş. Doğru dürüst yol da yokmuş. Yazın sohbet muhabbet bolmuş da kış geldiğinde, her evin penceresi önünde diz boyu kar biriktiğinde, tüm köy içine kapanırmış. 

Hele akşam çöktüğünde.  

“Ne yapardınız” diye sormuştum. 

“Otururduk”, demişti. “Hiçbir şey yapmazdık. Yapacak hiçbir şey yoktu.”

“Ee ne bileyim, hiç konuşmuyor muydunuz?” İdrak edememiştim daha. 

“Konuşacak şey kalmazdı ki. Ne konuşacaksın? Yemeğimizi yerdik. Otururduk sessiz. Dışarıyı dinlerdik. Rüzgâr, tipi…”

Susarlarmış. Böyle anlattı. Hepsi önüne bakarmış. Düşünürlermiş. Hava yavaş yavaş kararır, gece simsiyah çökermiş. Arada en fazla bir iki cümle. Dışarıda fırtına…

Yatar uyurlarmış. 

“Ben kimseye o sessizliği anlatamam” demişti.

Bugünlerde herkes evde kapalı kalmaktan şikâyetçiyken, arkadaşım aklıma düştü. Evindeyse yine sessiz, şikâyetsiz oturuyordur. Düşünüyordur.

Rüzgârı dinliyordur. 

korona günleri - berberde

Bir Hollandalı, bir Portekizli, bir İtalyan, bir de Türk… Napolili Salvatore’nin berber dükkânındayız. Neşeli adam Salvatore. Korona günleri yılgınlığı bile ona pek değmemiş görünüyor. Bir iki düşünceli an dışında, yine gülüyor, gülümsüyor. 

“Hangi ülke koronayı nasıl karşıladı? Gazeteciler buraya gelse, hiç yorulmadan haberini yazıp giderdi” diyor.

Müşteri kimliğim sırıtırken, gazeteci kimliğim notunu alıyor. Kimin ne yaptığını üç aşağı beş yukarı biliyoruz gerçi. Tek tek hikâyeler daha ilginç geliyor. 

Hollandalı Olaf, yetmişinin çok üstünde. Kolombiya’ya gidecekmiş, vazgeçmiş. “Niye” diye olta atıyorum; “Avrupa’ya tercih edilmez mi şimdi?”

“Yok yahu” diyor Olaf. “14 gün karantina varmış inince. Ee, o kadar kalacaktım zaten!”

Portekizli Carlos’un elinde cep telefonu, gazı kaçmış futbol gündemini okuyor. “Aha” diyor bir anda; “Ronaldo, Madeira’daymış. ‘Daha da İtalya’ya dönmem’ diyormuş.”

İstese de dönemez zaten, o kadarını biliyoruz. Carlos’un da aklında Portekiz var. Yaşlı annesi oradaymış. Ama küçük bir kasabada. “Yine de daha emniyetli” diye onaylıyoruz. Kasabada olmak iyiymiş gibi geliyor. 

Napolili Salvatore’nin aklı hemşehrilerinin evde oturabileceğine yatmıyor. “Türkler ne yapıyor peki” diye soruyor.

“Türkler, İtalya’da olanları izliyor” diyorum. 

Huy olarak iki milletin birbirine ne kadar benzediğini ikimiz de biliyoruz. Zaten, rutin saç kesimi mevzularımızdan biri bu. “Siz de biz de gürültücü insanlarız” deyip güler Salvatore. Marmaris’teki nefis günlerini anlatmaya başlar sonra. 

Bu defa bunları konuşmuyoruz. 

Yetmiş yaşında Salvatore. Dinç bir yetmiş. Dükkânını açık tutmak istediğini, hükümet kapatmadıkça kapatmayacağını söylemişti. Kararının arkasında. Ama ben bugün oraya gitme kararımın arkasında değilim. 

Dört gün içinde ruh halimiz değişti.

Ama hayat hemen hemen aynı ritminde akıp gidiyor. Ruh haliyle ritim birbirini tutmuyor.

Tuhaf günler. 

meksika'da mutluluklar

Kalabalık bulvarda, bir bisikletin tekeri altına sıkışmış bir kâğıt. Sanırım büyük harfler, ünlemler dikkatimi çekti. Ne yazıyor diye durup baktım.

Bir kısa notmuş. İngilizce. 

Sevgili Mihaela,
Geldin, bizi değiştirdin. Hiç tahmin eder miydin? Bir ufacık şey daha kalmıştı ama olsun. Seni çok seviyoruz. Meksika’da mutluluklar. 

Hediyeye sarılmış bir nottu herhalde. Kayıp düşmüş. 

Ne kalmıştı acaba
Ve ne kadar uzak Meksika...

karşı pencerede

Amsterdam’daki yeni evimiz bir okulun karşısında. Binası ufak, iki katlı, ancak birkaç sınıflık, kendi halinde bir ilköğretim okulu. Pencereleri çocukların elinden çıkma, kağıt süslemerle bezeli. Pervazlarda yine öğrencilerin marifeti rengârenk, minik maketler duruyor. Otomobiller, uçaklar, gemiler, kaleler, kuleler…

Sabah yedi gibi, karanlık dağılmadan daha, bir-iki öğretmen ve görevliler geliyor. Hemen işlerine koyuluyorlar. Okulun ışıkları sapsarı yanıyor. Elektrik düğmesinin döndüğü o ilk anda, sanki pencerelerden dışarı, karanlıkta uzun süre bekleye bekleye yoğunlaşmış bir huzur hissi yağıyor. İçinde bir gün önceden kalma çocuk kahkahaları, telaşlar…

Öğretmenler kâğıtlarını karıştırıyor, laptop’larını açıyor. Süpürgeler işliyor. Bir iş görmenin, birilerine faydalı olmanın saadeti sıralara, duvarlara, raflara, kitaplara yeniden yayılıyor.

Bu dakikalarda evren sanki sadece onlardan ibaret gibidir. İçlerinden birisi, sadece bir tek öğretmen, tek bir hademe bile aksasa, tüm işleyiş, her şey ama her şey bozulacak, karışacak, anlamını yitirecek; önce öyle hevesle beklenen öğrenciler karanlıkta kaybolacak, sonra mahalleler, sokaklar uğuldayacak, derken karşı pencerenin arkasında bekleyen benim kahve fincanım bile birdenbire çatlayacaktır.  

Aksamıyorlar neyse ki.  Hava aydınlanıyor. Öğrenciler geliyor. Ben kahvemi içiyorum. 


sen de biraz naz ediyorsun ama...


Geçen gece rüyamda Barış Manço’yu gördüm. Sanki ona söyleyecek başka hiçbir şeyim yoktu da “‘Gibi Gibi’yi bugün yazsanız linç edilirdiniz” dedim. Şaşırdı. 

Bu konuda onun tarafını tutmadığımı söyledim mi, şimdi hatırlamıyorum. 

kitaplardan ne zaman kurtulacağız?

Dünyanın en çileli işlerinden biri: Kitapları başka bir eve taşımak. Ya da kitaplarla taşınmak. 

Koli bul, kitapları tasnif et, koli doldur… 
Koli aç, kitapları tasnif et, kitaplığa yeniden yerleştir…

Eh, en ağır yük zaten hep kitap kolisidir; beynim bunu nedense hâlâ öğrenemedi ama belim, sırtım, kollarım çok iyi biliyor. 

Sonuncu taşınmada, bu yüke ilk defa isyan ettim. Belki aynı sokakta başka bir eve taşındığımızdan… Kısa mesafeye yolcu götürmek istemeyen taksici gibiydim. Sonuçta deniz aşırı gitsen de 100 metre öteye taşınsan da hesap değişmiyor. Emek aynı. 

İlgi bekleyen yüzlerce kitap… Elbette hepsine ihtiyacım yok. Hatta çoğuna ihtiyacım yok. Bazılarının kapaklarını bile kaldırmış sayılmam. Peki neden onlardan kurtulamıyorum?  

Ne diyeyim, birçoğunun anısı var. Bazı kokular, şarkılar, görüntüler gibi; birer zaman makinesi onlar. Sizi zahmetsizce hayatınızın belli bir dönemine götürüyorlar. Sırf varlıkları, orada olmaları buna yetiyor. Bir de kapağını kaldırıp yeniden okumaya başladığınızda, sizi götürdükleri zamanı büküyorlar, esnetiyorlar, genişletiyorlar; şimdiyi, şimdiki sizi de içine alıveriyorlar. 

Eh, bazılarının kapakları güzel.
Bir kısmı imzalı; istesen de atamazsın. 
Kimisi de her daim danışılmak için bekliyor.
İyi kötü bir işleve sahipler yani.  

Twitter’da da yazdım; Umberto Eco’nun bir parçası olduğu bir söyleşi kitabı vardır, ismi ‘Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın’.* Kurtulmayalım tamam da çok ağırlar, onu ne yapacağız? 

Birkaç gün sonra kitaplarımı yeniden kitaplığa dizerken (ve sinirlerim biraz daha gevşemişken) raftan aldım da o kitabı okumaya başladım. 

Bakın ne diyor Eco: “Söylemiştim, [kitaplar] tek kişilik bir günahtır. Esrarengiz sebeplerden dolayı bir kitaba duyabileceğimiz bağlılığın, onun değeriyle hiçbir ilgisi yoktur. Çok bağlı olduğum kitaplar var ama ticari değerleri pek büyük değil.”

Kitapta, Eco ile karşılıklı söyleşen Fransız yazar Jean-Claude Carrière’in cümleleri de çok güzel: 

“Suçumuzu haklı göstermek için şunu söyleyeyim: Orijinal kitapla neredeyse bir insan gibi ilişki kurabilirsiniz. Bir kütüphane, bir arkadaş toplululuğu, yaşayan arkadaşlardan, bireylerden oluşan bir grup gibidir. Kendinizi biraz yalnız, biraz çökmüş hissettiğinizde, onlara başvurabilirsiniz. Oradadırlar. Hem arada sırada kazı çalışmaları yapar, orada olduğunu unuttuğum gizli şeyleri keşfederim.”

Bu kadarı beni -yeniden- ikna etmeye yeter. İnsan arkadaşını sokağa atar mı? Hem ev içinde, dolu dolu bir kitaplıktan daha iç açıcı bir görüntü var mıdır? Hayır, kitaplardan kurtulmaya niyetim yok.


*Kitaplardan Kurtulabileceğinizi Sanmayın, Umberto Eco, J.-C. Carrière, Can Yayınları, Söyleşiyi yöneten: Jean-Philippe de Tonnac, Çeviri: Sosi Dolanoğlu 


tuhaflıklar galerisi

Bu şehirde ya da İstanbul’da, adım attığımız her yerde; bir küçücük perdenin arkası, iyice gizlenmiş bir anahtar, bankın üstünde unutulmuş bir kitap, rüzgârın sürüklediği bir iskambil kâğıdı (tercihen maça üçlü), sarmaşıkların altında kalmış bir kapı, havada salınıp duran bir kahkaha, birdenbire ürkü, dünyayı değiştiren delilik, zamanın yırtıkları… Bilmeden aralarında dolaşıyoruz. 

var mıydık?

Beklemem için işaret edilen yere oturdum. Altı yedi kişiydik. Hepimizin elinde cep telefonları… Bir arada olmayı, beklemeyi vakit kaybı olarak görüyorduk. İçerisi loştu. Yüzlerimize telefonların soluk gri ışığı vuruyordu. Hepimiz oradaydık ama bir yandan orada değil gibiydik. Orada olmak istemiyorduk. Başka başka yerlerdeydik. Fiziken o başka yerlerde olsaydık, orayı yine kabullenmeyecek, telefonlara gömülüp bir sonraki yerimize gitmek isteyecektik. Burası kesindi. Bir yerden bir yere giderek, bekleyerek, hatta yemek yiyerek, hatta bir şeyler seyrederek, hatta sevdiğimiz biriyle konuşarak geçirdiğimiz zamanımız değersizdi. Gözümüzün ucu telefondaydı. 

Çevreme iyice baktım. Dünyanın en sıkıcı devlet dairesi, sıkıcı bekleme sıraları, osuruğa benzeyen hafif bir kimyasal kokusu… Özenilmemiş, yıpranmasına izin verilmiş eşya. Bekleme salonu natürmortu. Yaşayan sadece bizlerdik. Ellerimizdeki telefona gömülüp başka alemlere dalarken uyur görünen, hareketsiz, sessiz ve uysal bizler… Orada mıydık? Var mıydık? 

Hayır, eşyaydık artık. Bir bilimkurgu filminin herhangi bir sahnesiydik. 

Utandım. Bir sonraki uyuşma anında yerinde bulmak üzere, telefonu cebime soktum. İnsanların güzel ve sürprizli yüzlerine baktım. Soluk bir ışığın vurduğu yüzlerine…

fabrika ayarlarına dönmek

Bazı şeyleri geç fark etmek hazin. Yine de hiç yoktan iyi.

Üniversitenin ikinci sınıfında eve bilgisayar aldım. O gün bugündür uzun işleri klavyede yazıyorum. Nedense, o yaşıma dek getirdiğim  alışkanlığı, diğer herkes gibi, bir anda rafa kaldırmıştım.

Laf arası: İşte bu bizim kuşağımız. Bilgisayara doğmayan, sonradan alışanlar kuşağı (Zenginlerimiz için durum daha farklı tabii ama sayıları azdır).  

Bir iki sene önce yine giriştim defterlere; oradan devam ediyorum. Nedenini nasılını hatırlamıyorum ama yeniden ak kâğıt üstüne yazmaya başladım. Öyle kısa notlar almaktan ya da çalakalem bir şeyler çiziktirmekten bahsetmiyorum; başı sonu belli cümleler kuruyorum. Eskiden yaptığım gibi. Fabrika ayarlarıma döndüm.

Kısa sürede daha rahat yazdığımı gördüm. Daha rahat, daha iyi ve daha çok düşünüp, daha çok sindirerek…

Hatların keskinleştiğini, belirginleştiğini görüyorum. İki ayrı üslup, iki ayrı tecrübe değil sadece bunlar; iki ayrı varoluş biçimi… 

Neden bunca yıl oyalandım ki?

uğurlama

Geçen gece rüzgâr çıktı. 
Bahçemiz biraz uğuldadı, sonra duruldu. Sabaha yatışır, deyip yattım. 
Meğer gündüzün serin, sakin rüzgârı, bir mahalle ötede canavara dönüşmüş, önüne geleni devirmiş. 
Sabah sokaklarda öbek öbek dallara rastgeldim. Yemyeşil dallar. Yeşerdiklerini bile anlamamışken daha…
Bir köşeyi döndüm. İşte, orada yatıyordu. Yıllardan yıllardan sonra, sert bir rüzgârın iteklemesiyle çöküvermiş bir koca kavak…
Dalları arasında çocuklar dolanıyordu. 
Uğurlama niyetine.

istanbul havalimanı'ndan çok elektrik aldım

İstanbul Havalimanı’na olabilecek en zor saatte, sabaha karşı saat 3’te indim. Yolcuların da görevlilerin de gözünden uyku akıyordu. 

Yıllardır ‘büyük’, ‘çok büyük’, ‘en büyük’ tanımlamaları havada uçuşuyor. En fazla ne kadar büyük olabilir ki diye düşünüyordum. Pasaport kontrolüne varana dek yarım saat yürüyünce neden bahsedildiğini idrak ettim. Büyükmüş. Yorucuymuş.

O saatte aklın yarısı uçmuş olsa da bir iki soru insanı yine de oyalıyor: Neden yarım saat yürüyorum? Bu kadar zahmet çekeceksem büyüklüğün bana faydası ne?

“Dünyanın en büyüğü bizde” diye övünenler, elleri sırtları çanta doluyken yorulmuyor mu?


*
Onları bilmem ama birçok insan söyleniyordu. Görevliler de “Bizim elimizden de bir şey gelmiyor” der gibi anlayışla, biraz da mahzunca bakıyorlardı. Biz bu yolu her gün kaç defa yürüyoruz diye düşünüyorlardır.

Birkaç ‘havalı’ havaalanı arabasının bazı yolcuları, yürümesinler diye topladığını da söylemeli. Hiç yoktan iyidir.

Pasaportuma bakan polis o saatte bile sağolsun güleryüzlüydü. Ondan cesaret alarak, dış hatlardan iç hatlara nasıl geçileceğini sordum. Bilmiyormuş. Orada yeni görevlendirilmiş. Yan kabindeki memura sorup tarif etti. Üç aşağı beş yukarı… 

“Eh, nasıl olsa bulurum” diyordum; zaten biraz da iş olsun diye sormuştum. Ama hafiften telaşlı görünen bir grup orta yaşlı kadın bu konuyu daha ciddiye alıyor gibiydiler. Endişeliydiler. Aktarma yapacakları uçağa -kalkmasına daha epey vardı ama- vaktinde varacaklar mıydı?

Pasaport polisinin de tavsiyesiyle, onları yanıma kattım. Konuşa konuşa yürüdük. Avrupa’yı gezmiş gelmiş, şimdi evlerine varmaya çalışıyorlardı. Ankara, Avrupa’da bile bu kadar uzak görünmüyordu.

Mesele aslında basit. Tabela sıkıntısı. Yönlendirici tabelalar varla yok arasındaydı. Vardı, evet bir şey gösteriyordu; yoktu neyi gösterdiğini anlamıyorduk. Belki biz fazla uykuluyduk, olabilir. 

İyi de, ‘dünyanın en büyüğü’nün tabelaları da ‘en büyük’ olmaz mı? ‘Dünyanın en büyüğü’nde, şuradan şuraya şöyle gidersiniz ama isterseniz şöyle de gidersiniz, hatta bu mesafe şu kadar vaktinizi alır” denmez mi? 

‘En büyük’ iddiası taşımayanlarda bile var böylesi. Demek ki, bu bir iddiasızlık alameti; belki de iyi tabelalar havaalanına yakışmıyor.


Önümüze gelene sorduk. “İç hatlara nereden gideriz?” 

Döviz bürosunda çalışan eleman bilmiyordu. 

Ellerinde az sonra yerine çakacakları birer yön tabelası bulunan işçiler de bilmiyordu. 

Sormaktan usandık. Dümdüz devam ettik. Eğrisi doğrusuna denk geldi; aslında pek basit olan güzergâhı yürüdük, yolumuzu bulduk. Söyledim ya, uykuluyuz. 

Ama olsun. Gece gündüz uçak inecek oraya. Uykulusu, yaşlısı, yorgunu, çocuklusu… Bence büyüklük biraz da şu: Aklı en zayıf olanı da doğru yönlendirmek, takati en zayıf olanı az yormak.


*
İç Hatlar’a girmemle, sırtında “Bana Sor” yazan tişörtler giymiş görevlileri görmem bir oldu. Her yerdeydiler. İyi düşünülmüş bir uygulama. Ama soracak sorum kalmamıştı ki. Sonuçta yolumu da kendim bulmuştum. 

Vaktim vardı. Bir daha fırsatım olmaz deyip tüm terminali dolaşmaya karar verdim. Bir uçtan diğerine yürüyene kadar dermanım tükendi. Büyük derken ne kast edildiğini bir daha anladım.

Yorulmuştum. Yürümekten çok, tencere kazıntısı etkisi bırakan metalik çınlamadan yorulmuştum. Hiç bitmeyen, nefes aldığınız havaya bile dolan bir dıııııt dıt dıt. Nereden geldiğini (kapılardaki dedektörlerden) anladım ya, hazır etraf “Bana Sor” görevlisi kaynıyor, bir de onlara sorayım dedim. 

İlk sorduğum genç çınlama falan duymadığını söyledi. Yüzüme, münasebetsiz bir rüya anlatmışım gibi baktı. 

İkincisi, ki yaşça benden büyüktü ve çınlamayı duyuyordu. Dedektörler, dedi. “Kapı çok. Dedektör çok.” Sonra iştahla anlatmaya girişti. “Burada üç ayrı kural seti geçerli. Uluslararası sivil havacılık, Avrupa sivil havacılık, milli sivil havacılık… Güvenlik çok sıkı. O yüzden dedektörler iyi çalışıyor.”

“Valla, Allah yardımcınız olsun, çınlama fazla” dedim. 

“Ben alıştım, görevimiz” diye cevap verdi. İşini gerçekten ciddiye alan, iyiniyetli bir adamdı. Ne kadar sorsam, hevesle cevaplayacaktı. Yüzüme beklentiyle baktı. Maalesef başka sorum kalmamıştı.

Büyük büyük havalimanları yapacaklarına, şöyle insanlardan daha çok yetiştirip görevlendirseler ya, dedim kendi kendime.


*
Kontrolden geçtim; içeriye, büyük beyaz boşluklara; havaalanının açılışına yetişemeyen kapalı dükkânlar dünyasına yöneldim. Yarısı işleyen AVM’lerde, yanlış yayılmış, fazla dağılmış bir enerji vardır. Öyleydi. 

Enerji demişken… İnsan belki tenhada daha çok hissediyor. Havaalanı büyük, evet, sarfiyatı da büyük. Ben bu yüzden bu kadar elektrik aldığım bir yer daha hatırlamıyorum. Tablolar, göstergeler, panolar, akan yazılar, lambalar… Işıl ışıl, yoğun, bembeyaz…  

Pistini, konumunu bilmem; uzman değilim. Benim uzmanlık alanım, hepimizin ortak bilgisi: Seyahat etmek. Herhangi bir havaalanına inmiş sıradan ve uykusuz bir yolcu olarak ‘içeriden’ izlenimim bunlar. 

İster istemez soruyor insan. Her şeyin, hep beraber, sorunsuz çalıştığı, yolcunun ‘büyüklük’ dezavantajı yaşamadığı bir havalaanı daha makbul değil midir?

Ve nihayet bir başka konu daha akla geliyor. Büyük adliye sarayı, büyük başkanlık konutu, büyük havaalanı… Boyutla ne göstermeye çalışıyoruz?

algoritmayı savunmak gerekir


Geçen gün Spotify’ı açtığımda bir sürprizle karşılaştım: Uygulama zaten açıktı ve birileri bir başka internet tarayıcısında müzik dinliyordu. 

Baktım. DJ’Li, trance’lı, ilk defa duyduğum, benimle hiç alakası olmayan müzikler. 

Acele şifremi değiştirdim. 

Yetmemiş. Ertesi gün baktım, yine benzer şarkılar dinlenmiş. Birisi hesabımı fena halde sömürüyordu. Ama nasıl?

Nette biraz araştırdım; varmış böyle bir problem. Hayır sahibi insanlar birkaç çare yazmış. Birini denedim. Şimdilik kurtulmuşum gibi görünüyor. 

Karıma anlattığımda “Aman ne olacak” diye omuz silkti. “Nasıl olsa ekstra bir maliyeti yok. Bırak dinlesinler. Belki öğrencilerdir.” Böyle de yüce gönüllüdür…

Derdim o değildi ki. “İyi de” dedim; “Algoritmamı değiştirecekler.” Yıllardır emek vererek, sevdiğim, keşfe değer bulduğum parçaları dinleyerek kurduğum bir algoritmam var. O değişirse, Spotify karşıma hep alakasız (ve çekilmez) şeyler çıkaracak. Bunu istemiyorum. 

Yalnız ne tuhaf değil mi? Artık korumamız, savunmamız gereken bir de algoritmamız var. 

Sanal ortamlarda karakterimizin dibini ekmekle sıyırdık; adına da algoritma dedik. Tuhaf günler… 

kızıl havaları seyret ki akşam olmakta

Kütüphanenin kafesinde iki adam baş başa vermiş konuşuyor. Altmış yaşlarındalar. Biri beyaz saçlı ve bıyıklı. Diğeri gözlüklü ve dikkatli. Bıyıklı olan eski moda bir takım elbise giymiş. Gözlüklü, bir bardak kolayı çok yavaş hareketlerle yudumluyor. Bir konuyu karara bağlıyor olmalılar. Arada bir önlerindeki kâğıtlara birtakım notlar alıyorlar. Yumuşak yüzlü, iyi niyetli adamlar. Bugünün dışındalar. Sanki o masada baş başa vermişken, hiç fark etmeden yaşlanmış gibiler. Öğle üzeri oturdukları masaya ve ömürlerine usul usul akşam çökmüş gibi…

ben de sizdenim ağalar

Geçenlerde bir akşam üzeri, Türkiye’den bir arkadaşımla konuşa konuşa eve doğru yürüyorduk. Önümüze beş-altı yaşlarında bir çocuk çıktı. Kaldırımda elleri cebinde, miskin miskin duruyor, yapacak bir yaramazlık arıyordu. Sadece kara kaşından kara gözünden değil, konuşmamımızı duyunca kulaklarını dikmesinden de Türk olduğunu anlamıştım.   

O da bizzat anlattı zaten. Tam yanından geçerken, bilmiş bilmiş “Selamünaleyküm” dedi. 

Biz de “Ve aleykümselam” dedik gülerek; yolumuza gittik. 

O gün üzerinde durmamıştım. Hatta unutup gitmiştim. Bugün nedense aklıma düştü. Şaşırtıcı aslında. Bacak kadar boyuyla kocaman bir selam vermesi değil… Hiç tanımadığı iki yetişkinin sohbetine “Ben de sizdenim ağalar” diye sızmak istemesi… 

vintage

Bunu karım anlattı.

Geçen hafta bozulan bilgisayarını Apple Store’a tamire götürmüştü. 2013 model bir Macbook… Altmış yaşlarında bir görevli hem aleti kontrol ediyor hem de yanındaki stajyere bu tür arızalarla karşılaşınca ne yapması gerektiğini anlatıyormuş.

İlk cümlesi şu olmuş: 

“Görüyorsun, bu vintage bir model.”

Yeniyetmeler böyle derse anlarım da o yaşta birinden böyle cümle çıkması… Başka bir faza geçmişiz hakikaten.


ben toy bir mehtap kelimeler birer varsayım

Ben en çok yazmayı seviyorum
En çok buraya yazmayı seviyorum. 
En çok buradaki okurları seviyorum. Sağolun, var olun.

Bugün içimden geldi, bunları yazdım. Bu blogun neredeyse on yılı dolacak. Çıldırmış sosyal medya yükünün yanında blog… Neyse, uzun mesele, girmeyelim. 

Burası bir ev artık. Eski usul bir ev. Bir şeyler planlıyorum. Belki yeni bir eve taşınırım. Belki eski evime yeniden taşınırım (ki çok seviyordum orayı, hâlâ da arada bir uğrarım). Belki burada kalırım. Belki başka bir şey… Oturmadı daha. Ama ne fark eder ki, işimiz yalnızca metni korumak. Orada veya burada. Metni koruyoruz. Birbirimizi buluyoruz. 

Okuduğunuz için teşekkürler. Çok güzelsiniz.

me dicen el clandestino

1. 
Oosterpark Sokağı’nda bir pencerede, büyük harflerle şöyle yazıyordu: “Kanunsuz insan yoktur, insansız kanun vardır.”

2. 
Hollandacam şunu bir çırpıda anlayacak kadar gelişmiş, az buçuk gurur duydum. 

3. 
Bu şehirde insanların kendilerini pencerelerinde ifade etmesi hoşuma gidiyor. Bir kâğıda bazen şiir bazen özlü sözler yazıp asıyorlar. Fotoğraflar, resimler, süsler… Kendilerine değil, gelip geçen için. Bir ifade sanatı ve vitrin olarak pencereler… 

4. 
‘Kanunsuz insan’ çeviri kokuyor tabii. İllegal deyince daha doğru. Eh, o zaman da Manu Chao’nun Clandestino’sunu hatırlamamak mümkün mü? Yalnız Manu da ne kadar gençmiş... 

21662 ev

Evin iki cephesi de açık; ışıklı. Ufak, sevimli bir terası var. Çatı katındaki oda bir şeye benzemiyor ama alttakiler hoş. Banyo, mutfak, yer döşemesi; her şey yenilenmiş, elden geçirilmiş. Zevkli bir elden hem de… Ama evin esas numarası lokasyon. Şehrin iki yanına kurulduğu nehre yakın, latif bir semtte.

Emlakçı kollarını kavuşturmuş sorularımı bekliyor. Çok da umrunda değil, belli. İki-üç gün içinde evi satacağından emin. Sorsam da olur, sormasam da… Otomatik bir hareketle kartını veriyor. “Başka bir sorunuz olursa…”

Dik merdivenleri inip, dışarı çıkıyorum. Nefis bir gün. Yürüyorum, her şey güzel; her şey yerli yerinde. Olması gerektiği gibi. Evi falan unutuyorum, bir kafeye oturuyorum. Yazmaya girişiyorum. 

Akşam çöküyor. 

Yine aynı sokaklardan dönüyorum. Ayaklarım beni öğle üzeri baktığım evin önüne getiriyor. Apartman kapısının üzerinde gündüz fark etmediğim bir plaka görüyorum. Epey de büyük. Yazılanı anlamaya çalışıyorum. Nasıl yani?

Emin olmak için telefondaki çevirmene başvuruyorum. 

Evet, doğru tahmin etmişim. Tam olarak şöyle yazıyor: 

2. Dünya Savaşı’nda öldürülen Yahudilerin yaşadığı 21662 evden 1’i.




düğün fotoğrafları

Mahallede dolaşırken, elektrik idaresinin kutusunun üstüne bırakılmış bir kâğıt tomarı gözüme çarptı. Karşı taraftan, Müslümanca bir sakalı olan ihtiyar bir adam geliyordu. O da fark etti kâğıtları. Benden daha yakındı; uzanıp aldı. İhtiyar elindekileri incelerken ben de yanına varmıştım. Göz ucuyla baktım; stüdyoda çektirilmiş evlilik fotoğraflarıydı. Makyajlı, simli, fotoşoplu… Neden oraya bırakılmışlardı? Birisi onları, belki başka bir şeyle uğraşırken idareten koyduğu kutunun üzerinde mi unutmuştu? Yoksa, özellikle belli birisi görsün diye mi oradalardı? Bir meydan okuma ya da göz boyama için? Bu ihtiyar neden fotoğraflarla bu kadar ilgilenmişti? Adamın yanından geçip gittiğim iki-üç saniyede zihnime bu sorular üşüştü. Biraz yürüdüm; derken dayanamadım, arkama döndüm. İhtiyar aynı yerde duruyordu. Fotoğraflara baktı baktı, sonra onları ceketinin cebine sokup yürüdü gitti. 

47 euro


Bisiklet tamircilerini seviyorum. Ama iptidai olanlarını… 
Sağa sola fren pabucu, balata, ziller saçılmış; lastikler üst üste düzensiz yığılmış olmalı. Eli yüzü yaptığı işten kararmış, zamanı unutmuş bir tamirci, tüm bu başıbozukluğun içinde çalışmalı. 

İçeriye giren müşteriye şöyle bir kafasını kaldırıp bakmalı, o kadar. 

İçten içe böyle bir yerde çalışmak istiyorum; elimden gelmez ama denesem ne olur ki. Gitsem bir tamirciye; “etim de kemiğim de senin; bana sanat öğret” desem… Ellerim lastik kaydırmaktan nasır tutsa. Sonra ben de yavaş yavaş dünyanın en teklifsiz, en zamansız adamı haline gelsem. 

Çocukluğumda öyle alıştım belki; ağzında yarım sigarası, “Şuraya koy, yarın gel al” diyen, kendi neşesine göre çalışan tamircileri benimsiyorum. Acaba derdimi anlatabildim mi; hiç dinlememiş gibiydi; papuçları da duydu mu, sadece seleye mi bakacak falan derken, bisikleti ertesi gün tam da tarif ettiğim gibi, hatta daha fazlasıyla (gidonu da sıkıştırdım, gevşemiş!) bulmayı biliyorum ben. 

O yüzden düzenli bir dükkâna girerken geriliyorum. 

İşte mahalledeki bisikletçiye, elimde arka lastiği nedense paramparça olmuş bisikletimle girerken üç aşağı beş yukarı bunları düşünüyordum. 

Bu arada, her şeyi anlattım da şu artık belli ki sona yaklaşan emektar ötesi bisikletimin hikâyesini anlatmadım. Bir ara yazmalıyım; hiçbir şey değilse, onore etmem gerekiyor onu.  

Neyse girdim dükkâna, “Teker patladı” dedim; “lime lime olmuş” dedim; “Şuna bir el atın” dedim… 

Tamirci, mekanik bir hareketle aldı bisikleti kenara koydu. “Yarın bu saatte alırsınız.” 

Üzerine bir etiket yapıştırıyordu ki, “47 Euro” dedi. 

Durdum. Yok, yanlış anlamıştım herhalde. 

“47 Euro mu” diye sordum, gülerek. 

“Evet, 47” dedi kadın. 

“Nasıl olur yahu, ben bu bisikleti 50 euro’ya aldım zaten.”

“Evet işte eski bisikletlerin derdi de bu.”

Öyle dert mi olur! Sonuçta sadece tekeri patlamış. Aldım bisikleti çıktım. 

İnternetten baktım; iç lastik, dış lastik, 6-8 euro. YouTube’da da lastik değiştirme videoları gani. Elimden gelir mi bilmiyorum ama deneyeceğim.
Böyle böyle bisiklet tamircisi de olacağım.  

Sonra gider, bir başıbozuk dükkânda çalışırım.


PS: Fotoğraf, yukarıda geçen dükkân değil; iyi fotoğraf veren bir dükkân.  

ay sarayında