yazar pozu



Geçen, Notos’un eski bir sayısında, Ara Güler’in çektiği Kemal Tahir fotoğraflarına rastladım. Daha ne olsun?

sonsuz güzelleşecek dünya

Biz

Bağışladığın özgürlüğe 
yeğdir biçtiğin zından
sonsuz güzelleşecek dünya
biz kurduğumuz zaman 

senin verdiğin umudu
geyik içse ölür, balık yutsa

Gülten Akın 


Fotoğrafın sahibini saptayamadım. 

aklakara

Okyanusya toplumu, sonuçta, Büyük Birader’in her şeye kadir, Parti’nin de yanılmaz olduğu inancına dayanır. Ama aslında Büyük Birader her şeye kadir, Parti de yanıl­maz olmadığı için, olguların ele alınışında her an sürekli bir esneklik gereklidir. Buradaki anahtar sözcük, aklaka­ra’dır. Pek çok Yenisöylem sözcüğü gibi bu sözcüğün de birbiriyle çelişen iki anlamı vardır. Düşman söz konusu olduğunda, apaçık gerçeğin karşısına dikilerek küstahça aka kara, karaya ak demektir. Bir Parti üyesi söz konusu olduğunda ise, Parti disiplini öyle gerektirdiğinde gönül­den bir sadakatle aka kara, karaya ak demektir. Ama aynı zamanda, akın kara olduğuna inanmak, dahası akın kara olduğunu bilmek ve o güne kadar bunun tam tersine inandığını unutmak anlamına gelir. Böyle bir şey geçmi­şin sürekli olarak değiştirilmesini gerektirir, ki bunu ola­naklı kılan da geri kalan her şeyi kapsayan ve Yenisöylem’de çiftdüşün diye bilinen düşünce sistemidir. 

George Orwell - Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (Çeviri: Celâl Üster)

çiftdüşün

Winston kollarını yana indirerek havayı yeniden yavaş yavaş içine çekti. Aklı, çiftdüşünün dolambaçlı dünyasına kayıp gitmişti. Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak; mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti’nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutulması gerekeni unutmak; gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek: en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak. İşin asıl inceliği de buradaydı: bilinçli bir biçimde bilinçsizliği özendirmek, sonra da, bir kez daha, az önce uygulamış olduğunuz uykuya yatırmanın ayırdında olmamak. “Çiftdüşün” dünyasını anlayabilmek bile çiftdüşünü kullanmayı gerektiriyordu.

George Orwell - Bin Dokuz Yüz Seksen Dört (Çeviri: Celâl Üster, Can Yayınları) 

fabrika ayarlarına dönmek

Bazı şeyleri geç fark etmek hazin. Yine de hiç yoktan iyi.

Üniversitenin ikinci sınıfında eve bilgisayar aldım. O gün bugündür uzun işleri klavyede yazıyorum. Nedense, o yaşıma dek getirdiğim  alışkanlığı, diğer herkes gibi, bir anda rafa kaldırmıştım.

Laf arası: İşte bu bizim kuşağımız. Bilgisayara doğmayan, sonradan alışanlar kuşağı (Zenginlerimiz için durum daha farklı tabii ama sayıları azdır).  

Bir iki sene önce yine giriştim defterlere; oradan devam ediyorum. Nedenini nasılını hatırlamıyorum ama yeniden ak kâğıt üstüne yazmaya başladım. Öyle kısa notlar almaktan ya da çalakalem bir şeyler çiziktirmekten bahsetmiyorum; başı sonu belli cümleler kuruyorum. Eskiden yaptığım gibi. Fabrika ayarlarıma döndüm.

Kısa sürede daha rahat yazdığımı gördüm. Daha rahat, daha iyi ve daha çok düşünüp, daha çok sindirerek…

Hatların keskinleştiğini, belirginleştiğini görüyorum. İki ayrı üslup, iki ayrı tecrübe değil sadece bunlar; iki ayrı varoluş biçimi… 

Neden bunca yıl oyalandım ki?

işte başkan, istanbul

1950 seçimlerinden önce Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Ankara’dan İstanbul’a gelir ve on binlerin katıldığı Taksim Mitingi’nde konuşur. Coşkulu kalabalık, yaklaşan seçimler hakkında endişe duyan İnönü’nün yüzünü güldürmüştür. Stres altındaki Cumhurbaşkanı rahatlamıştır. 

İnönü, kürsüden halka bakarken, yanında bulunan ve onca insanı oraya toplamanın gururunu yaşayan Vali Fahrettin Kerim Gökay, mütebessim Cumhurbaşkanı'na döner ve o meşhur sözü sarf eder: 

“İşte Paşam, İstanbul!”

Seçim, CHP adına hezimetle sonuçlanır. Kalabalık Paşa’yı yanıltmıştır. 

*
Muharrem İnce, geçen seneki başkanlık seçimi sürecinin son günü Maltepe’de miting yaptığında daha da büyük bir kalabalık vardı. Hatırlayın; denizden gelenler, alana yürüyerek ulaşmaya çalışanlar, metronun aksaması vs… İnce, o gün başkanlığı kazanmış gibi duruyordu. Bir tek birinin çıkıp “İşte Paşam, İstanbul” demediği kalmıştı. 

O da kaybetti. O gün oraya gelenler belki ona oy vermişti ama yetmedi. 

*
İstanbul’un yeni (ve iki kere rafine) belediye başkanı Ekrem İmamoğlu, kalabalığını kendi yarattı. İnsan insan büyüttü o kalabalığı. Hem de beş ay önce onu kimse tanımıyorken. İnönü ve İnce de on binleri kendi karizmalarıyla oraya toplamıştı ama işte fark var: İmamoğlu kazandı. Sadece Yıldırım’a  karşı değil, başta Erdoğan tüm AKP’ye ve geleneksel medyanın kahir ekseriyetine karşı. 

Ekrem İmamoğlu, oy kullandığı okulun bahçesine çıktığında gelen fotoğrafa bir bakın. Ya da sonuç belli olduktan sonra Beylikdüzü’ndeki kutlama fotoğrafına.. İşte bu da İstanbul…

İmamoğlu 31 Mart’ta aynı okuldan çıkarken çevresine bir avuç insan birikmişti. Hakikat ile kalabalık arasında bir bağ muhakkak var. İş, bağı oya çevirebilmekte. Sandığı da zincire ekleyebilmekte.

*
Zaferlerin en büyüğü bu ‘Davut ve Golyat’ hikâyesinde saklı. 

“Kalabalıklar yanıltıcıdır” deyip durdu AKP’liler. “Sandığa bakın siz” dediler (Halbuki bakılmış ve İmamoğlu kazanmıştı). 

“‘CHP adayı’ orada yenilecek” dediler. Adını bile anmadılar adamın. Siyasetçisi de anmadı, gazetecisi de… ‘CHP adayı’ deyip geçtiler. Bir gazeteci canlı yayında yanlışlıkla ismini söyledi de sonra hemencecik “yani CHP’nin adayı” diye düzeltti. 

*
Üzerinden yıllar geçse de anlamayacağım. İki adayın başı çektiği bir seçime gidiyorsunuz. Bütün Türkiye, hatta dünya oraya bakıyor. Ortada rakibinin adını söylemekten çekinen bir akıl var. 

Koca bir parti, Türkiye’nin iktidar partisi, demek ki Türkiye’nin en seçkin isimlerini, en ciddi öngörülerini barındırdığı varsayılabilecek bir parti, bu akılla, kendisini daha önce dize getirmiş rakibini yeneceğini sandı. 

Hatta bir eski bakan “Ben CHP adayının adını bilmiyorum” dedi. Evet, böyle bir cümle 2019 Türkiye’sinde kurulabildi. Hakikatin aşındığı anlardan biri daha… Hakikat-sonrası Türkiye’den bir minik kesit…  

Sonuç: Adı AKP’liler tarafından anılmayan İmamoğlu, 4 milyon 741 868 oy aldı. Üstelik Binali Yıldırım’a 806 bin 415 oy fark atarak… 

Kalabalıklar, evet, yanıltıcıdır. 

Ama genellemeler daha da yanıltıcıymış belli ki. Hele ciddi bir siyasal aklınız yoksa.

PS: İki muazzam fotoğraf. Yukarıdaki Onur Günal, aşağıdaki Bülent Kılıç...



insanın yazar olduğu yüzünden anlaşılır mı?


Aziz Nesin, okuduğu kitaplar hakkında acı tatlı notlarını kaleme aldığı ‘Okuma Güncesi’nde sormuş: Bir insanın yüzüne baktığında yazar olduğu anlaşılır mı? İnsanı gıdıklayan bir soru. Önce Nesin’den okuyalım:

“Bir insanın yüzüne bakınca yazar olup olmadığı ya da iyi yazar olup olmadığı anlaşılır mı? İnsan sarrafı olduklarını öne sürenler belki anlayabilirler bunu. Ben hiç anlayamamam yüzlerine bakınca insanların ne olduklarını. Ama okuduğu kitapların bir insanın yüzüne yansıdığını çok iyi biliyorum. İnsanın yüzünden yazar olduğu anlaşılmasa bile, olmadığı azçok kestirilebilir. 'Ultimatom' kitabının arka kapağında yazarı Paul Bonnecarrère’nin resmi vardı. Balıkçı yaka bir kazak, üzerinde o hiç sevmediğim omuzları apoletli (sivil) açık renk pardösülerden.  Resimdeki adamın yüzüne uzun uzun baktım. Kalın çizgili bir yüz. Kurnaz kurnaz bakan gözler. Bu adam usta bir yazar, iyi bir romancı olamaz diye düşündüm. Ama çevirmen Semih Tuğrul adı güvence verdi bana. Hiç yüzünden insanın yazar olmadığı anlaşılabilir mi? Benim, Yaşar Kemal’in, Kemal Tahir’in yüzlerimiz çok mu yazara benziyor! Hele büyük Balzac’ın yüzü!"

*
Bence yüzü her yazarı ele vermiyor. Ama bazılarına bakınca da yazarlıktan başka bir iş yapamayacağını anlıyorsunuz. 

Kemal Tahir konusunda hemfikirim Nesin’le. 
Bir de Tomris Uyar’ı ekleyeyim. Onlar sadece yazar olabilirmiş.

İsteyen listeyi sonsuzluğa uzatabilir. 


ilk burdurlu

A. ile bir kafeden çıkmıştık ki, aceleyle dönüp bir şey unuttum mu diye masanın üzerine bir daha baktım. Unutmamışım. O sırada yanımızda bir...